FRANÇOIS BÉGAUDEAU
Biz eskiler, cep telefonsuz bir Dünya gezegeninin daha önce mümkün olduğu konusunda gençlere tanıklığımızı sunarak aktarım görevimizi yerine getirmek zorundayız.
Bu, epey güç bir görev… Bu nesnenin insanların üst uzuvlarının bir uzantısı olması tüm zamanların işi değil ve o aslında bir tür nakil organ. Artık toprağın altında yatan türdeşlerimizin yüzde 99.9999’u bu ilahi aygıttan hiç yararlanmadı. Çok uzunca bir zaman kolların ucunda yalnızca elleri vardı; öyle ki bazen onlarla ne yapacağımızı bilemez, sıkılıp ceplerimize sokuverirdik. İşte, yaşayan herkes dijital düzene doğmuş olduğunda yok olmaya yazgılı antropolojik bir kategori sayılan “doğuştan dijital”lerin tüm bunları anlaması için özellikle ikna edici olmanız gerekiyor.
O eksik halimizle asırları aştık, üç direkli yelkenli gemiler yaptık, iskambil oyununu icat ettik, Macbeth’i yazıp cadıları yaktık. Sonra telefonu tasarladık. Hatta sonra, değişime uğramış standart haline atıfta bulunarak biz yaşlıların hâlâ cep telefonu diye adlandırdığı kablosuz bir çeşidini tasarladık.
Onsuz da olabiliyorduk. O, istenmeden bize sunuldu.
Peki ne oldu bize? Anılarımız puslu… Her şey hızla oluverdi. 1992’de kimse ona sahip değildi, on yıl sonra ise herkeste ondan vardı. Kelimenin tam anlamıyla herkeste… Tüm dünyada… Bize ne olduğunu tam bilmiyoruz ama onu bizim talep etmediğimize yemin edebiliriz. Yeğenime 1992’de, iki büklüm olup dişlerini tıkırdatarak taşınabilir telefon ihtiyacını haykıran hiçbir bireyle karşılaşmadığımıza dair yeminler ediyorum. Onsuz da olabiliyorduk. Hatta onunla ilgili bir düşüncemiz dahi yoktu. O, istenmeden bize sunuldu.
Yeğenim ise hâlâ şüpheci: Kitleler daha önce hiç ihtiyaç duymadıkları bir şeyin üstüne bu kadar ateşli bir şekilde atlamış olamaz. Hikayen inandırıcı değil amca. Oldu olacak o dönem Kurt Cobain’le yattığını söyle!
Aktarım ve görev meselesi ya, ben pes etmiyorum… Bu küçük aptala, bu fetiş nesnenin özelliğinin başka nesnelere eklenmeyerek onların yerini almak olduğunu iddia ediyorum. Evlerimizde birdenbire daha az nesne olmaya başladı çünkü onların işlevlerinin çoğunu artık bu küçük, her şeye gücü yeten ve önceden programlanmış şekilde modası geçince anında yenisi ile değiştirilene kadar süresiz olarak şarj edilebilir cihaz üstleniyordu. Sunulan bu teklife kulak asmamak, cep telefonunun tekelinde tuttuğu bu hizmetlerden yoksun kalmak demekti. Başka seçeneğimiz yoktu.
Bilirsin yeğenim, liberalizm pek liberal değildir.
İnternete bağlı telefonu kendisi ile benim aramda bir aracı olarak bana dayatan bir toplumun parçasıyım ve benden kibarca ondan bir tane edinmem isteniyor. Bağlantı olmadan, aynı toplumun bana dayattığı banka hesabına bakamam. İnternet olmadan, paranın bölüşüm koşullarının beni yapmaya veya aramaya zorunlu kıldığı işi yapamam veya arayamam. Geçim kaynağım olan işveren bunu üstü kapalı olarak dile getirse de cep telefonu olmadan her an ulaşılabilir olamam. Cep telefonu, 20 yaşındaki yeğenimin bilemeyeceği zamanlarda, çalışma saatleri diye adlandırdığımız şeyleri toz bulutu haline getirdi.
Kablo yok olmadı ama madde olmaktan çıkıp kuşatıcı bir dalga haline geldi. Artık tamamen bağlıyım. 24 saat açığım.
O hem satın alınan bir nesne hem de bir satın alma nesnesi.
İster pratik fayda diyelim ister talihsizlik, birçok nesnenin yerini alan bu nesne, yerine geçmediği ender nesneleri edinmemize izin veriyor. O hem satın alınan bir nesne hem de bir satın alma nesnesi. Tıpkı suç ortağı bilgisayar gibi. Eşi görülmemiş çift kapasite. Hem de kullanışlı. Artık her saatte ve her yerde tüketebilirim.
Bu hep böyle değildi. Biz eskiler geceleri tüketmenin birkaç saat boyunca imkânsız olduğu bir dönemin tanığıyız. Kentte bazen her şeyin kapalı olduğu, sabah 04.13’te, üç tıklamayla bir paket koşu çorabı sipariş edilmesinin olanaksız olduğu bir dönem.
Eksiksiz bir kapitalizmin merkezi operatörü
Akıllı telefon eksiksiz bir kapitalizmin yalnızca amblemi değil, aynı zamanda merkezi operatörü çünkü çalışma zamanı ile boş zaman, üretici ile tüketici ve gece ile gündüz onda birleşiyor. Güçlü, çok güçlü. Anlıyor musun yeğenim? Neden eskiden bu kadar zayıf olduğumuzu şimdi anladın mı?
Sözde bu zamana uymayan ben aslında tam da benim zamanımdayım. Tren biletlerimi internetten alıyorum, Black Mirror’ın yeni sezonunu bekliyorum, en fazla beş ağaç türünü ayırt edebiliyorum, sadece evcil hayvanları görüyorum, ilişkilerimin çoğuyla sadece sanal ilişkilerim var ve algoritma diyorum.
Nedenler ve ilkeler hakkında hiçbir fikrim olmadan…
Tıpkı senin gibi binlerce saatlik matematik dersinden hiçbir şey öğrenmemiş benim için algoritmanın gerçek anlamı bulanık; ondan benim anladığımla tam da şu an kendisine danıştığım Google arkadaşın verdiği tanım arasındaki bağlantı ise gevşek.
Benim ondan anladığım şey net değil. Ne dediğini bilmeden algoritma dediğim benim zamanındayım. Anlamadan kullandığı kelimelerin veya şeylerin sayısı çağdaş insanlığı önceki tüm tezahürlerinden ayırıyor. Algoritmaları açıklamak zorunda olmak beni, sanki bu satırları yazdığım cihazın işleyişini detaylandırmak zorundaymışım gibi çaresiz bırakıyor. Kem küm ederek şunları söyleyebiliyorum: Algoritmalar (neden çoğul kullanılıyor?) makinenin (hangi makinenin?) hesaplamalarıdır; böyle bir bağlantıyı şöyle bir internet araması ile ilişkilendirir, böyle bir şarkıdan sonra şöyle bir başkası ile dinlememi sürdürmeyi önerir, algoritma tanımı nedir diye yazarsam bana şöyle bir bilgi sunar. Nedenler ve ilkeler hakkında hiçbir fikrim olmadan sonuçları tarif ediyorum.
Biliyormuş gibi yapıyorum ama hiçbir şey bilmiyorum
Bu konudaki bilgisizliğim onunla ilgili bir düşünceye sahip olmamı engellemiyor. Bu, anlaşılacağı üzere olumsuz bir düşünce. En çok da kendi zamanımı eleştirirken kendi zamanıma aitim. Algoritmalar, artık içinden çıkamadığım estetik, ideolojik, kültürel, etnik yollar kazarak internet gezintimi belirleyen tüm prosedürleri belirtmek için kullandığım, ödünç aldığım genel ad. Algoritmalar beni bir punk rock balonuna ve radikal sol entelektüellerin konferanslarına hapsediyor.
Üstümdeki bu tahakkümü ifşa ediyorum. Aşırı bilinçli bir yurttaş olarak kimliğimin belirlendiğini ve bunun beni bir pazarlama hedefi haline getirdiğini gayet iyi biliyorum. Ancak bunu söylemek itirafın önemini azaltıyor. Böyle söyleyerek bu sürecin dışında olduğum, beni hedef alan algoritmaların beni ıskaladığı ve aptal olmadığım düşünülsün istiyorum. Mutlak olduğunu iddia ettiğim bir tuzağa yakalanmadığım düşünülsün.
Evet mutlak bir tuzak ve ben de ona yakalandım. Biliyormuş gibi yapıyorum ama hiçbir şey bilmiyorum. Gerçekten hiçbir şey bilmiyorum. Evrildiğim zaman ve uzam parçasında “gerçekten” sözcüğü yolunu kaybetmiş bir zarf. Algoritmanın etkisi hakkında sadece belirsiz bir hissim var. Onu gerçekten saptayamıyorum.
Bilgim olmadan uyarılıyorsam da bu bilgim dışındadır
Verilerimin toplandığını biliyorum. Veriler diyorum, veriler sözcüğünü kullanıyorum, ayrıca data, big data ve hatta big pharma sözcüklerini de kullanıyorum. Bu konuda onlarca röportaj izledim ve okudum. Hepsi de ticari kullanımı hakkında hiçbir şey bilmediğim verilerim karşılığında algoritmalar tarafından bana sunuldu. Kaygılanıyorum ama gerçekten kaygılanmıyorum. Bu verilerin hedefli reklamlara dönüştürülmesi neden umurumda olsun ki? Keza bu reklamlar, nadiren üzerlerinde durduğum zamanlarda bile bende uyarıcı bir etki yapmıyor. Eğer bilgim olmadan uyarılıyorsam da bu kesinlikle benim bilgim dışındadır. Ağrısız, sızısız.
Üstelik bu verilerin beni yönlendirmek için değil de tatmin etmek için kullanıldığının apaçık ortada olması kaosun içindeki huzuruma katkıda bulunuyor. Az önce, ben bir şey yapmadan ekranım bana nisan ayında Roissy-Manchester uçuşlarında yüzde 50 indirim yapıldığını bildirdi. İlk başta dikkatimi çekmedi. Ancak sonra tuttuğum takımın maçının olduğu bir gün Manchester’a uçabileceğimi fark ettim ve onlar da bunu biliyorlardı.
Onlar, hem algoritmalar hem de onları kodlayan gözlüklü bireyler için geçerli (kodlayan yazarken ne yazdığımı anlamıyorum).
Fırsat kapına gelince alıcı olursun
Onlar, benim Manchester City’nin oynadığı maçların sonuçlarına baktığımı bilmiyor olamazlar. Bu bilgiyi bana neredeyse anında promosyon teklifini gösteren ticari kuruluşlara sattılar. Böyle bir yolculuğu hiç düşünmemiş olan ben, işte şimdi onu düşünüyorum. Fırsat kapına gelince alıcı olursun.
Sadece görmek için stadyumun yakınındaki otelleri araştırıyorum. Onlar bana bakıp ellerini ovuşturuyorlar; artık avuçlarının içindeyim. Ardından, 1 Nisan’daki Manchester-Liverpool maçının başlama vuruşu saatini araştırıyorum. Sonra uçuştaki boş yerleri. Onlar da artık birbirlerini tebrik ediyorlardır. Araştırmam beni o sıralar yazdığım ve maruz kaldığımız kandırmacaları sayıp döktüğüm kitaptan bir saat koparıyor. Zaten kitabı da, Manchester City’nin usta oyuncusu Kevin De Bruyne’nin baldırındaki sakatlık üzerine yaptığım araştırmaya hızlı bir tepki olarak bana bu ticari teklif haberini getiren bu makinede yazıyorum.
Üç ay sonra uçakta, stadyumda, otelde güzel bir cumartesi geçiriyorum. Onlara verilerimi verdim, onu mutluluğa çevirdiler. Benim iyiliğimi istiyorlar.
Bu arada, onlar sayesinde Jean-Luc Le Ténia ile yapılmış bir röportajı, sonbaharı geçirmemi sağlayan altmışlardan kalma bir soul şarkısını, beni aşırı güldüren bir Amerikan talk şovunu, Rus anarşizminin pek bilinmeyen bir figürünü ve ayrıca eleştirel düşüncemi geliştirecek bir dizi arşiv ve söyleşiyi keşfettim. Duruma böyle bakınca ne yapacağız Onları? Bağışlamak günah, cezalandırmak ise nankörlük olurdu.
YAZAR: Amsterdam Yayınları tarafından 2023’te yayımlanan “Boniments (Kandırmacalar)” kitabının yazarı.
ÇEVİRİ: OKAN URUN