NEBAHAT KOÇ
O’nunkisi bunalımlardan Nobel’e uzanan bir yaşam öyküsü. İsviçreli entelektüel ama tutucu bir ailenin oğlu olarak 146 yıl önce, 2 Temmuz günü Almanya’nın Calw kentinde dünyaya geldi. Aile üyeleri misyonerler ve vaizlerden oluşunca babasının baskısıyla gittiği kimi okullardan kaçtı. Dini baskılar nedeniyle çoğu zaman ailesiyle ters de düştü. Gençliği intihar girişimine varan ruhsal çalkantılar ve tedavilerle geçti. Sonrasında da yaşamı kolay olmadı. İki dünya savaşına tanıklık etti. Nazi karşıtlığı nedeniyle sürgüne gönderildi. Babasının ölümü, oğlunun ve eşinin rahatsızlıkları derken hayatın ağırlığı iyice kendisini hissettirince ruhsal sıkıntılar bu dönemde de peşini bırakmadı. Yaşamına yön vermek için hayatı boyunca arayışlara girdi, mücadele etti. Değişik coğrafyalarda bulundu. Saat kulesi fabrikasında makinist çıraklığı da yaptı kitapçılarda da çalıştı.
Kitap dünyası kendisine yeni bir yön çizmesini sağladı. Böylece edebiyata yöneldi. Gençlik deneyimlerini Çarklar Arasında adlı romanında aktardı. Babası ve büyükbabasının Hindistan’daki misyonerlik çalışmaları nedeniyle Doğu felsefesiyle ilgilendi. Doğu ve Batı’nın kültürel ve dini dünyalarını bir araya getirdiği Siddharta’yı kaleme aldı. Ayrıca aralarında Bozkırkurdu, Cam Boncuk Oyunu, Demian romanlarının da olduğu eserleriyle dünya çapında öne çıktı… 1946 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. O artık 20. yy’lın en önemli yazarlarındandı. Acılar, kişisel krizler, arayışlar derken dünya çapında 100 milyon okuyucuya ulaştı. Adına uluslararası ödüller, burslar veren vakıflar, dernekler kuruldu. Her yıl, 2 Temmuz’daki doğum günü ile 9 Ağustos’taki ölüm yıldönümü arasında onuruna müzik okumaları düzenleniyor. Tüm bunlar zorlu ama üretken bir hayat serüvenin ardından adeta bir filmin mutlu sonu gibi… Ya da hayatın bir cilvesi…
Kişisel buhranları ile politika ve dini, çalışmalarının merkezine alan yazar, romanlarının-öykülerinin çoğunu Montagnola’nın Ticino köyünde yazdı. 40 yılını geçirdiği bu köyde 1962 yılında, 85 yaşındayken hayatını kaybetti. Bu isim; “Gönlün kapısı olsa… Üstünde şu yazardı; Gir ama incitme” sözünün de sahibi yazar, şair ve ressam Hermann Hesse…
Ben de yazarın izinde, doğduğu kent Calw’i adım adım gezdim. Bu noktada, yazarın Calw’le özel bağı olduğunu da “Bremen ve Napoli arasında, Viyana ve Singapur arasında, birçok güzel şehir gördüm. Ama bildiğim en güzel şehir Calw an der Nagold” sözlerinden anlıyoruz. Ancak doğduğu kent de Hesse’nin hakkını fazlasıyla teslim etmiş. Nasıl mı? Heykelini dikerek, müzesini, lisesini, edebiyat bahçesini kurarak, meydanlara ve çeşmelere adını vererek… Hatta adına yürüyüş rotası oluşturarak…
Calw Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletinde, Kuzey Kara Ormanları’na açılan kapı özelliğinde bir kent. Tarihi boyunca kereste, tuz ticareti ve kumaş üretiminde öne çıkmışsa da dünyaya açılması Hermann Hesse’yle olmuş. 17. yüzyıla uzanan ve koruma altındaki tarihi ahşap binalarıyla göz kamaştıran Calw, bugün turistlerin yoğun ilgi gösterdiği bir rota.
Ben de Stuttgart üzerinden trenle önce Böblingen kentine geldim. Sonrasında tren olmadığı için, toplu taşıma otobüsüyle devam ettim. Sakin bir trafikte, yeşilliklerin, ormanların eşlik ettiği 50 dakikalık bir yolculuk sonrasında Calw otobüs terminalindeyiz. Kent Stuttgart’a da Pfozheim’e de yakın mesafede. Pfozheim kentinden Calw’e tren olduğunu belirteyim.
Otobüs terminalinin hemen karşısında Nagold Nehri üzerindeki Marktbrücke adlı köprü karşılıyor sizi. Köprü üzerinden büyük bir merakla hemen çevreye bir göz atıyorum. Bir tarafta Alman mimarisindeki sıra sıra renkli evler bütünü, diğer tarafta Hesse’nin çok sevdiği köprü; Nikolausbrücke… Karşımda ise kent meydanındaki etkileyici yarı ahşap tarihi binalar. İlk andaki bu kısa seyir bile insanı heyecanlandırıyor ve kenti bir an önce keşfetmek için sabırsızlanıyorsunuz.
Ödüllü yazarla yan yana, yüz yüze
Marktbrücke’den sonra 50 metre gibi çok kısa mesafedeki St. Nikolausbrücke’ye geçiyorum. Nikolausbrücke’ye giderken önce küçük bir meydana; Hermann Hesse Platz’a çıkıyorsunuz. Meydanın girişinde yine yazarın adının verildiği, portresinin yer aldığı bir çeşme yer alıyor. Ve hemen birkaç metre ötede tarihi taş köprü, yani Nikolausbrücke… Yazarın, üzerinden etrafı seyrettiği çok sevdiği köprü… Soluğu köprünün üzerinde bir eli cebinde bir elinde tuttuğu şapkasıyla gerçek boyutlarında yapılmış Hesse heykelinin yanında alıyorum. Artık Hesse’yle yan yanayım. Ben de O’nun gibi köprü üzerinden bir süre etrafı izliyorum. Bir yanda ferahlatıcı suyun akışı, bir yanda rengarenk çiçeklerle süslenmiş şirin evler… Rahatlatan bir görsellik… İsterseniz köprünün yanındaki merdivenlerden nehrin kenarına da inebiliyorsunuz. Bu arada Hesse heykelinin arkasındaki duvara asılmış levhada yazarın “Calw’e geldiğimde köprünün üzerinde uzun zaman kalıyorum. Calw’de en çok sevdiğim yer burası” sözlerine yer veriliyor. 1400’lü yıllarda inşa edilmiş bu tarihi köprü ve Hesse’nin heykeli turistlerin ilgi odağı. Art arda fotoğraflar çekiliyor.
Bu noktada ilgi gören bir başka eser de St. Nikolauskapelle. Bu dini yapı da tarihi köprü üzerinde ve Hesse’nin heykelinin birkaç metre ötesinde. Gotik tarzdaki St. Nikolauskapelle de taş köprü gibi 1400’lü yıllarda inşa edilmiş.
Pazar Meydanı’ndaki evde doğdu
Gezimin sonunda tekrar uğrayacağım Hesse heykelinin yanından ayrılırken yönümü kentin yukarılarına çeviriyorum. Birkaç dakikalık yürüyüşle Marktplatz; Pazar Meydanı’ndayım… Burada da sizi eski ve yeni belediye binaları, rengarenk ahşap yapılar ile Aşağı Pazar Çeşmesi karşılıyor.
Belediye binasının tam karşısında yazarın – ikinci katında – doğduğu bina. Öncesinde tüccarların yaşadığı bu ev meydanın tam girişinde. Hesse, dört yaşına kadar bu evde yaşadıktan sonra ailesiyle Basel’e gidiyor. Ancak 9 yaşında Calw’e dönüyor.
Yeni sahiplerince yaptırılan yazarın doğduğu evdeki tadilat nedeniyle bina içine giremediğimiz gibi dış cephesi de örtülüydü… Binanın girişinde yazarın portresi, doğduğu tarih ile Hesse Ailesi’nin evde oturduğu süre yazıyor.
Meydanda ilerlerken şehrin kilisesi kendisini gösteriyor. Kilisenin çarpraz konumunda ise Hermann Hesse Müzesi… Tarihi şehir sarayı olan Haus Schüz’de 1990 yılında açılan müze, – ne yazık ki – yenileme çalışmaları nedeniyle (2024 yılına kadar) kapalıydı. Müzenin biraz yukarısına konulan ve buradan başlayan Hermann Hesse Yolu tabelalarıyla adım adım yazarın izini sürebiliyorsunuz.
Ara sokaklarda sürprizler
Kentin dar sokaklarını arşınlıyorum. Calw’in sokakları sürprizlere gebe. Kimi zaman orta çağ mimarisindeki rengarenk yarı ahşap tarihi binalara kimi zaman görmediğim bir suyun sesine denk geliyorum. Sesi takip ettiğimde bir alt sokakta binalar arasında vaha gibi bir alan. Yeşillikler içinde dere gibi bir su akışı, oturma alanları… Buradaki binanın üzerinde yine yazarın şu alıntısı yazılı: “…Ve ikisi de suyun sesini dinlemişlerdi. Onlar için su değil hayatın sesi. Varlıkların, ebedi oluşun sesini dinlemişlerdi.” Ummadığınız bir anda bile Hesse’yle berabersiniz!
Sonrasında suyun akışı yönünde yürüyorum. Çiçeklerle süslü merdivenlere yapılmış alanından suyun süzülmesi kartpostalları aratmıyor.
Tekrar meydana dönerek bu kez de kilisenin yanından daha da kentin daha da yukarılarına çıkıyorum. Kısa bir mesafe sonra Hesse’nin okuduğu Latin Okulu’ndayım. Okulun her iki yanındaki levhalardaki yazarın öğrencilik yıllarına ait fotoğrafları ile tarihi binayı inceledikten sonra okulun önündeki yoldan ilerlemeye devam ediyorum.
Edebiyat bahçesi
Birkaç dakika sonra karşımda hem mimarisi hem boyutlarıyla görkemli bir bina… Bu heybetli yapı Georgenaum. 19. yüzyıla uzanan barok tarzdaki bina önceki yıllarda kütüphane, kadın çalışma okulu olarak kullanılmış. Bina bugün ise Aurelius Erkek Korosu tarafından kullanılıyor. Tarihi yarı ahşap binanın arkası ise geniş şehir parkı. Bu geniş alanda Hermann Hesse Lisesi öğrencileri tarafından adeta kentin oğluna saygı niteliğinde edebiyat bahçesi oluşturulmuş. Girişinde Hermann Hesse Yolu tabelası var… O nedenle bahçe sadece yüksekteki konumu, yeşili, huzuru ve kuş sesleriyle öne çıkmıyor… Hermann Hesse’nin şiirlerinin yazıldığı ve birkaç metre arayla parka yerleştirilmiş levhalarla oldukça özel bir bahçe. Şiirler arasında bir vaha gibi…
Bir süre bu edebiyat bahçesindeki banklarda oturarak hem bahçenin hem kent manzarasının hem şiirin keyfini çıkarıyorum.
İnsanı büyüleyen, ayrıcalıklı hissettiren bu deneyimden sonra bahçenin yukarısına doğru ilerliyorum. Buradaki çıkıştan kent merkezine doğru inerken karşımda bu kez de Hermann Hesse Lisesi yükseliyor. Dedim ya kent, yazarın hakkını vermiş… Kısa bir süre sonra kentin merkezindeyim. Soluklanmak için bir kafeye oturup dinlendikten sonra tekrar Hesse’nin heykelinin yanına gidiyorum. Vedalaşırcasına… Sonrasında tarih, kültür, edebiyat ve doğayla iç içe bir günün ardından köprünün karşısındaki otobüs terminaline yöneliyorum.
Ancak birkaç hatırlatmada bulunayım; Vaktiniz varsa kent merkezinin birkaç kilometre ötesindeki Almanya’nın en etkili manastırlarından olan Hirsau Manastarı ile kentin girişindeki binası 1791’de yaptırılan Palais Vischer Şehir Müzesi’ni de gezebilirsiniz. Benim gittiğim gün maalesef müze kapalıydı.