DR. REMZİ ÇETİN
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduktan hemen hemen 5 ay sonra, 3 Mart 1924’te, üç devrim kanununu birden Meclis’ten geçirmiş ve laik devlete giden süreçte ilk adımlarını atmaya başlamıştı. Eğitim ve öğretimin birleştirilmesini amaçlayan Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Halifeliğin lağvedilmesine ilişkin kanun ve Şeriyye ve Evkaf Vekâletinin yerine bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığını kuran kanun. 1928’de ise “devletin dini İslâm’dır” ibaresinin anayasadan çıkarılması ve nihayetinde 1937’de, laikliğin anayasaya girişiyle yasal ve kısmen de kurumsal olarak Türkiye Cumhuriyeti, laik bir karaktere bürünmede yol kat etmişti.
O günden bugüne, laiklik, hem uygulamada hem de devletin kurumsal imajında birtakım eksiklik ve hatalarla dolu süreçten geçti. Genel kanı itibarıyla laikliğin sadece ‘din ve devlet işlerini birbirinden ayıran’ bir nitelik ya da araç olarak düşünülmesi, esasında kimi zaman laikliğin asıl amacı ve işlevini de görünmez hale getirdi. Peki, Türkiye gibi nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede laikliğin değeri anlaşılabilir mi? Laikliğin değeri hangi coğrafyalarda anlaşılır? Bu her iki soru da birbiriyle bağlantılı ve farksız cevaplar taşıyor.
Özel İçerik
Bu içerik sadece gazeteye abone olan okuyucular içindir.Yazının devamını okumak için gazetemize abone olmak ister misiniz?