SADIK ÇELİK
23 Nisan, milletin kendi kaderini çizmeye başladığı bir dönemeç, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile birlikte umudun ve direnişin ilk adımlarının atıldığı kutlu bir başlangıçtır.
Gaz lambalarının loş ışığında, yoksulluk ve sıkıntılar içinde kurulup çalışmaya başlayan bu Meclis, irade beyanının ve bağımsızlık aşkının tezahürüdür. O gün, Birinci Büyük Millet Meclisi’nin kapıları, Türkiye’nin geleceğine, bir umut kapısı olarak açılmıştır. Her 23 Nisan o ilk adımın yankısı, yeniden doğuşun sembolüdür.
Sadece bir bayram değil, aynı zamanda bir emanetin ifadesidir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü, bu günün anlamını daha da derinleştirmektedir.
Atatürk’ün çocuklara olan inancı ve onlara duyduğu derin sevgi ile özel bir anlam kazanır 23 Nisan. Onun, çocuklarımıza bıraktığı paha biçilemez emaneti korumak, emanete sahip çıkmak, her şeyden önce çocukların eğitim ve refah haklarını güvence altına alarak ve onları her türlü kötülükten uzak tutmakla mümkün olabilir. Her çocuğun güvende olduğu, temel yaşam haklarına sahip olduğu, sağlıklı bir ortamda büyüdüğü, hak ettiği özenle beslenip büyütüldüğü, insanlık dışı bir yoksunluk olan sağlıklı ve kaliteli gıdaya, hem bedensel hem de zihinsel gelişimi için gerekli olan yeterli proteine erişememe acısını hiçbir zaman tecrübe etmediği bir Türkiye ve dünya yaratmak, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın anahtarı değil midir?
Milletin egemenliğini ilan ettiği bu özel günde, geleceğimiz olan çocukların sağlıklı, bilinçli ve donanımlı bireyler olarak yetişmesi yönünde güçlü bir temennimiz var. Ne var ki, bu umut dolu temenni, ülkemizde ve dünya genelinde zor şartlar altında yaşamak zorunda kalan, zulme uğrayan, açlık ve sefaletle mücadele eden, şiddete maruz kalan, en temel hakları bile gasp edilen çocukların varlığı ile gölgelenmektedir. Özellikle bugün Gazze’de, tüm dünyanın gözleri önünde süregelen trajedide, masum çocuklar her gün ölümle yaşam arasında azap çekiyor. Bu çocuklar, dünyanın geri kalanının duyarsızlığı karşısında ve sayesinde, hayatlarının en değerli yıllarını ölerek, ölmeseler bile ağır yaralanmalar ve sakatlıklarla mücadele ederek geçiriyor. Sadece bedensel yaralar almıyorlar; aynı zamanda annelerini, babalarını, kardeşlerini, kısacası tüm dünyalarını kaybediyorlar. Bu ani ve onulmaz kayıplar, onların genç yüreklerinde silinmez izler bırakıyor Birçoğu yaşamlarının geri kalanında bu travmaları, bir an bile omuzlarından indiremedikleri ağır bir yük olarak taşıyıp duruyor. Zulüm ve yoksunluğun acısı son nefeslerine kadar yakalarını bırakmıyor.
Mustafa Kemal ve Osmanlı ordusunun Filistin cephesinde verdikleri mücadeleleri hatırlayalım. Bu dönemde, Arapların İngilizlerle iş birliği yapması, Anadolu evlatlarını sırtlarından hançerleyerek asit kuyularına atması unutulmamıştır. Geçmişte Arapların yerlerini yurtlarını Yahudilere satması, bugünkü Filistin zulmünün kaldırım taşlarını döşemiştir. Geçmişte döşenen bu kaldırım taşları ne acıdır ki bugünün trajedilerine zemin hazırlamıştır. Bu tarihi ihanetler, bugünkü acıların köklerinde yankılanmaktadır.
Atatürk, o günlerden itibaren bölge halkı için mücadele etmeye başlamıştı fakat onların acısı hâlâ dinmedi. Bugün ise bu acı, bizim kolektif vicdanımızda derin yaralar açmalıdır. Çünkü Atatürk’ün çocuklara olan inancını anmak ve onurlandırmak, sadece bayramlarda değil, her gün, tüm çocukların hak ettikleri yaşama kavuşmaları için mücadele etmekle mümkündür. Geçmişin ve bugünün yaralarını ancak bu şekilde sarabiliriz.
Bunu yapamıyor ve giderek yayılan karanlığa sessiz kalıyorsak tüm umutlar anlamsızlaşır. Sessiz kalmamak demek Kuvayı Milliye’nin onurlu mücadelesi ile Hamas’ı karşılaştırmak demek değildir, elbette. Tarihimize dair önemli ve değerli kavramların yanlış bağlamlarda kullanılması, hakikatleri çarpıtmaktan başka bir işe yaramaz. Ayrıca tarihi olaylar ve değerler arasında yapay rekabetler veya karşılaştırmalar yaratılmamalıdır.
Atatürk’ün çocuklara baktığı gibi, umutla, sevgiyle ve sarsılmaz bir inançla bakmalıyız onlara. Onların gözlerindeki ışığı söndürmemeli, çıkmayan sesleri olmalıyız. Çünkü çocukların karanlığında kaybolan her ışık, tüm insanlığın geleceğini karartır. Onların ışığını korumak, tüm insanlığın aydınlığını garanti altına almak demektir. Atatürk’ün emanet ettiği bu kıymetli miras, sadece çocuklarımızın değil, tüm dünyanın umududur.
Tarih, zorluklar karşısında umutsuzluğa teslim olmak yerine, onları aşacak hayaller kurmanın zaruriyetini defalarca kez göstermiştir. İşte bu sebepten, 23 Nisan ruhu paha biçilemez bir değer taşır. Bu ruh, en derin karanlıklar içinde bile, ışığa erişebilme gücümüzü besler, bize yol gösterir. 23 Nisan, sadece bir anma günü değil, aynı zamanda içimizdeki ışığı koruma ve onu yüceltme çağrısıdır.
1920’lerde atılan bu adım, sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın çocuklarını ilgilendiren evrensel bir değer olarak öne çıkar. Büyük insan Atatürk önderliğinde o gün verilen karar, zamanının çok ötesinde bir vizyonu temsil eder ve bugün bile tüm dünyada çocukların hakkını, mutluluğunu ve refahını gözetme idealini pekiştirir.
31 Mart 2024 seçimlerinin, Türkiye’nin karanlık dönemlerinden aydınlığa çıkışının bir emaresi olarak yorumlanması da tesadüf değildir. Tıpkı 23 Nisan 1920’de millet iradesinin Meclis’te tecelli etmesi gibi, bu seçimlerde de halk, mevcut duruma tepkisini net bir şekilde ortaya koymuştur. Dibe vurmuş bir geminin, ancak içindekilerin el birliğiyle yüzdürülebileceği gerçeği, 31 Mart’ta bir kez daha kendini göstermiştir. Çünkü Atatürk’ün de söylediği gibi; “Ulusal egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, yok olur!”
Karanlık en yoğun olduğunda dahi, ışığa çıkan bir yol bulunabilir. 31 Mart, bu yolun işaret fişeği olmuştur. Halk, yoksullaşmaya, yoksunlaşmaya, ekonomik ve toplumsal krizlere karşı dur demiştir.
Kim bilir belki de bu, Türkiye’nin muasır medeniyetler seviyesine çıkan yola yeniden girişinin ilk adımıdır.
Burada 31 Mart Vakası’nı hatırlamamak mümkün değil galiba.
31 Mart Vakası, Osmanlı tarihinde, Cumhuriyet’in temellerinin atılmasında kritik rol oynayan, dönüm noktası niteliğinde bir hadisedir. O günlerde, Harekat Ordusu, Meclisi Mebusan’ı feshetmeye çalışan gericilerden meclisi kurtarmıştır. Bu ordu, Mustafa Kemal’in önderliğinde, aydınlanmacı yönetici kadrolarla birlikte, Meşrutiyet’i kurtarmış, Abdülhamit istibdatına son vermiştir.
Bu olay, Osmanlı’nın II. Mahmut ve III. Selim dönemlerinden başlayan, ancak Abdülhamit döneminde kesintiye uğrayan aydınlanma ve ıslahat hareketlerinin yeniden canlanışını simgeler. 31 Mart Vakası, Mithat Paşa’nın trajik sonu, Taif Kalesi’nde işkenceyle zebanilere katlettirilmesi, onun ölümüne inanmayan Abdülhamit’in talebi üzerine kellesinin bal küpüne konularak Yıldız Sarayı’na gönderilmesi gibi geçmişte ödenen bedellerin, aynı idealler uğruna verilen mücadelelerin devamı niteliğindedir. Tüm bu insanların, yani Mithat Paşaların, Mahmut Şevket Paşaların ve Talat Paşaların verdiği mücadele ve ödedikleri bedeller, en sonunda, bugün Hürriyet Mahallesi olarak geçen yerdeki Hürriyet Tepesi’ne, Mithat Paşa’nın kellesi defnedilip anıt mezar (Abide-i Hürriyet veya Hürriyet Anıtı olarak da bilinir) dikilerek onurlandırılmış ve bu mücadelenin yüceliği simgesel olarak taçlandırılmıştır.
Sonuç olarak, 31 Mart Vakası, sıradan bir olay değildir. Osmanlı Meclisi’nin yeniden güvence altına alındığı, meşrutiyetin kurtarıldığı ve aydınlanma yoluna devam edildiği için bu dönem, tarih sahnesinde önemli bir duraktır. Mustafa Kemal ve Harekat Ordusu, Talat Paşalar, Mahmut Şevket Paşalar ve Cemal Paşalar gibi liderlerin sürece yeniden müdahaleleri, aydınlanmayı ve sonunda Türk milletinin Cumhuriyet’le buluşmasını sağlamıştır.
Geçen asrın başında yaşanan 31 Mart Vakası’nın yankıları, 31 Mart 2024 seçimleriyle gizli bir diyalog kurar gibidir… Tarihin ironik tebessümlerini temsil eden bu tarihler, toplumsal bilincin nasıl olgunlaştığını ve karanlık düşüncelere karşı nasıl bir duruş sergilendiğini anlatır aslında. O günlerde sokakları kaplayan sis perdesi, zamanla demokrasinin temiz havasına bırakmıştır yerini. Bu süreç, yüzyıllar boyunca süren bir mücadelenin neticesi, halkın iradesiyle şekillenen modern bir anlayışın zaferidir.
23 Nisan, bu iki Mart arasında bir köprü kurarak, bize halkın sesinin yükseldiğini ve karanlık düşüncelere karşı aydınlık bir duruşun nasıl sergilendiğini hatırlatır. Ve bu, sadece tarihi bir tekrardan ibaret değil, aynı zamanda geleceğe dair bir umut vaadidir.
Gerçek değişim, toplumsal mühendislikle değil, halkın iradesiyle şekillenir. Tarih, bu gerçeğin şahididir. Türkiye’nin geleceği, 23 Nisan 1920’nin ruhuna sadık kalarak, yine halkın ellerinde şekillenecektir.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlarken, Atatürk’ün çocuklara duyduğu derin inancı yüreğimize kazıyarak, onlar için daha aydınlık bir dünya inşa etme çabalarımızı sürdürmeliyiz.
Atatürk’ün dediği gibi, çocuklarımız geleceğin “bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısıdır!” Bu parıltılı yıldızlarla, Türkiye’nin muasır medeniyetlerin ötesine geçeceğine olan inancımızı sadece korumakla kalmamalı, her gün yeniden canlandırmalıyız. Çünkü bir çocuğun gözlerinde parlayan ışık, yalnızca kendi kaderlerini değil, tüm ulusumuzun rotasını aydınlatır.
Öyleyse geleceğimizin mimarları olan çocuklarımıza bırakılan bu kutlu vasiyeti, aşkla, inançla ve umutla yeniden taahhüt edelim.