FAHRİ ÖZDEMİR
Mayıs ayındayız!.. Aşkın ve özgürlüğün ayı… Özgürlükler için verilen kavgaların ayı… Ödenen bedellerin, ipe gülerek giden gencecik bedenlerin, anaların, babaların, kardeşlerin gözyaşlarına boğulduğu. Kısacası kavganın ve özlemin acıya döndüğü bir aydayız…
Mayıs dendiğinde iki şair gelir aklıma. Biri Can Yücel, diğeri de Fransız Jacques Prévert.
Şöyledir Can Yücel’in “Damdan Damlaya Damlaya Göl Olmaz Ya, VIII” şiiri
Bugün Ondokuz Mayıs,
Mayısın ondokuzu!
Sen ey Türk istiklâlinin koruyucusu,
Sen ey ülkemizin geleceği,
Sen ey demirparmaklıklarda barfiks yapan,
Ranzalarda parende atan
Sportmen ve kahraman Türk Gençliği,
Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık,
Ama her zaman Samsun’a çıkılmaz a,
Bu sabah da avluda volta atmağa çık!” (1)
Can Yücel sömürülen bir duygunun gerçekle yüzleşmesini yazmıştı alaycı diliyle. Başka bir deyimle kısıtlanan özgürlük ve baskıdandı Can Baba’nın isyanı. Ülkeyi kurtarmaya gelenler ilk olarak ilerici ve aydınları ezmişti (Her dönemde olduğu gibi).
Ama benim anlatmak istediğim ve ülkemde az bilinen bana göre şiir sanatının zirvelerinden olan Jacques Prevert. Başka bir deyimle dünya şiirinin alaycı ama bir o kadar da alaycılığıyla birlikte yaşamımıza acımasızca ayna tutan, kavganın sıra dışı naif şairi.
Ne diyordu “Mayıs’ın Şarkısı” adlı şiirinde?
“Eşek, kral ve ben
Besbelli geberip gideceğiz
Yarını göremeden
Eşek acından
Kral tasalarından
Bense aşktan
Sonra adlarımızı yazacak
Parmak kadar tebeşir
Hesap tahtasına günlerin
Ve kavaklardan yeller esip
Eşek, kral ve benden söz edecek
Adlarımızı söyleyip
Güneş nasıl olsa bir bez parçası
Ve kalmayacak adlarımız
Ne çayırların soğuk suyu
Ne de kıyıların kumu
Ne kızıl gül kalacak ne de ağacı
Ve ne de okul kaçkınlarının yolu
Eşek, kral ve ben
Besbelli geberip gideceğiz
Yarını göremeden
Eşek acından
Kral tasalarından
Bense aşktan
Üstüne üstlük
Ve de Mayıs aylardan
Yaşam bir kiraz tanesi besbelli
Ölüm: de ki çekirdeği
Kocaman bir kiraz ağacı aşk” (2)
Aşkın ve isyanın şairidir Prévert. Az şeyle çok şey anlatmayı amaçlayan bir teknikle yazar şiirlerini. André Gide, Prevert’e yazdığı bir mektupta şöyle der: “(…) Sevgili Jacques Prévert, sizin şiirlerinizi okumak ne büyük bir sevinç! –Seçkin dostlarıma okuyorum onları– ben okudukça bir şiir daha oku, gene oku, tekrar oku diyorlar. Benim gibi onlarda hemen sizinle dost oluyorlar…” (3)
Eserlerinden yola çıktığımızda tiyatro ve sinemanın insanıdır Prévert. Bilindiği gibi iyi, sahici bir film gevezelikten arınmıştır; en dramatik durumlar duygularla, jestlerle, davranışlarla belirtilir. İşte bundandır Prévert’in şiirinde kendinizi iyi bir filmin içinde bulmuş duygusuna kapılmanız. O yalnızca acımasız bir dünyanın soluk yansımalarını gösteren bir şair değildir. Aynı zamanda çağdaşlarımızdan birçoğunun gözünden kaçan gerçek bir dünyanın yaratıcısıdır. Prévert’in dünyası yalnızca nesneler dünyası değildir. Nesnelerin, kişilerin, kurumların bulundukları yere, oynadıkları role göre anlam kazandıkları bir dünyadır. Bundan dolayıdır ki generaller, papazlar, akademisyenler kendilerini beğenmiş kof yaratıklara dönüşürler onun şiirinde. Çocukların, proleterlerin, kadınların, kuşların sesleri duyulur onun şiirinde. Kısacası hayatı yaşanılır kılmayı amaçlayan bir sınıfın umutlarıyla, hayatı zindana çeviren madalyalı, üniformalı, kilise kokusunun ağır bastığı totaliter kadavralarla savaşıdır onun şiiri.
Kilise kokusu demişken, büyük baba Auguste’ün ısrarı üzerine Prévert ve abisi çocukken bir din okuluna verilir. Ama din derslerinde öğretmenlerine garip sorular yönelttiği için sürekli sınıftan çıkarılır. O Yunan mitolojisini kutsal kitaplara yeğleyen bir çocuktur. Şiirlerinde din adamlarıyla alay etmesinin temelini belki de bunlar oluşturmuştur. Tıpkı André Breton’un dediği gibi: “(…) Prévert çocukluğun ışıl ışıl duyarlılığının tüm görünüşlerini bir şimşek hızıyla gözlerimizin önüne seriyor ve bizi isyanın bitmez tükenmez haznesinde yoğuruyor…”
Bazı şairler tüm insanlara seslenirler; hem de çevresindeki havayı, kokuyu yitirmeden. Yaşadıkları sokağın diliyle konuşurlar ve sıkı sıkıya bağlıdırlar o dile. Çünkü o dil ki anlaşılır ve bir o kadar da acıdır… Çünkü o dil evrenseldir; ıkınıp sıkınma olmaz o dilde. Acı da olsa bedeller ödenir… Evrenseldirler ama yerlidirler de… Bu yerlilik herkesin, her dilin sözcüsü olmasını da sağlar şaire.
Şaka gibidirler; şaka yaparken, şakanın derinliklerinde hayatın gerçeklerini insanlığın suratına bir şamar gibi çarparlar.
İşte bundandır beyninin yüreğinde olması Prévert’in… Belki de bundandır Prévert’in düşünceleri bir türkü, o türkülerinse bir duygunun ateşe hazır fitili…
Tıpkı “Sevda ve İhanet” adlı şiirinde olduğu gibi:
“Benim bir fenerim vardı
Seninse aydınlığın, kendi içinde parıltısı
İyi hoş da kim bu fitilin satıcısı.” (4)
Asık yüzlü sakallılara karşı güler yüzlü çocuklardan, gösterişli kartallara karşı cıvıl cıvıl serçelerden, para babalarına karşı fakir fukaradan yanadır; sıcak salonlarda üşür, soğuk sokaklarda ısınır onun şiiri. Şiir insan kovanları içinde oluşan bir baldır onun için… Bir halk türküsüdür kavganın yanında.
Nasıl yıllar öncesinde Villon, La Fontaine, Verlaine halka bağlılıklarından dolayı hep bağımsız kalmışlar ve tüm gruplara uzak durmuşlarsa, başlarına buyruk, uçarı, haşarı olmuşlarsa, Prévert de öyle yaşamıştır.
Ele avuca sığmaz, bağlasan durmaz, kural filan dinlemez, hiçbir zora gelmez, Tanrı buyruğuna bile boyun eğmez, yalnız sevgi dizginleyebilir onu. Ama sevgi de dizgin nedir bilmez ki…
Bu dizginlenemeyen şair kendi deyişiyle, “en tatlı büyücü nikotin”in kurbanı olarak 1977 yılında bu dünyadan ayrıldığında tüm Fransa, onun eserlerini konuştu (şimdi ve gelecekte konuşacağı gibi). Bir dönemin “anarşisti”, “dik başlı dâhisi”, “kenar mahallenin çocuğu” aramızdan ayrıldı dedi.
Prévert’in en yakın dostu babasıydı… “(…) Bir baba düşünün: oğlunu her hafta sinemaya götürüyor. Paris’in sokaklarına, ışıklarına seslerine, insanlarına, sinemalarına alıştırıyor. Oğlunu yumuşak, sevecen, çelebi bir yaklaşımla eğitiyor. Günlük konuşmaların, masalların, söz oyunlarının, bilmecelerin, tekerlemelerin büyülü dünyasına sokuyor onu. Sanatın hemen her dalında alabildiğine yetenekli; gündelik olayları, sıradan insanların dertlerini, kaygılarını, sevinçlerini, alaycı konuşmalarını, küfürlerini şaşırtıcı bir güzellik ve yalınlıkla şiirlerine, oyunlarına, senaryolarına aktaran bir barış güvercini salıyor dünyamıza. Bu oğul diyor ki bize, bir Prévert bir daha kolay gelmez yeryüzüne: iyi dinleyin onu, dar kalıplar, miskin düşünceler, katı kurallar, ikiyüzlülükler içinde tüketmeyin kendinizi. İtiraz edin, hayır demesini bilin, dünyamızı güzel kılmayı öğrenin. Kabullenmeyin size her verileni, her söyleneni…” (5)
Prévert Fransız edebiyatının çağdan çağa gelişen şiir dilinin bam telidir. Bizler ise bu bam telinde sesimizi arayan sokakların sesiyiz. Bu sesi duyanlara selam olsun…
(1) Bir Siyasinin Şiirleri / Can Yücel / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / 2019, İstanbul
(2) Aşk Şiirleri / Jacques Prévert / Kırmızı Yayınları / Türkçesi: Fahri Özdemir / 2006, İstanbul / s. 96
(3) Sözler / Jacques Prévert / Yapı Kredi Yayınları / Türkçesi: Orhan Suda / 1999, İstanbul
(4) Aşk Şiirleri / Jacques Prévert / Kırmızı Yayınları / Türkçesi: Fahri Özdemir / 2006, İstanbul / s. 116
(5) Sözler / Jacques Prévert / Yapı Kredi Yayınları / Türkçesi: Orhan Suda / 1999, İstanbul / s. 18