SADIK ÇELİK
Kemal Kılıçdaroğlu’nun politik kariyeri, onunla özdeşleşmiş bir fenomen haline gelen “yeniden genel başkan adaylığı” sinyalleriyle bir kez daha manşetlere taşındı. Hatta bu sinyaller yeni bir “hançerleme” ritüeline dönüştürülmeye çalışıyor.
Son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, kendi partisinden yükselen “Aday ol,” baskıları eşliğinde sahneye çıkarılmış ve hazin bir şekilde kaybetmiş bir liderin silueti, belki de bilinçli ve manipülatif bir şekilde yeniden belirginleştiriliyor.
Tabii bu noktada, “onlar aday olmasını istemiş olsa” bile, Kılıçdaroğlu’nun öngörü gücünü kullanarak yaklaşan mağlubiyeti fark etmesi ve yanlış adımları atmaması beklenirdi, yapamadı.
Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı yenilginin perde arkasına dair sayısız çıkarımda bulunmak mümkündür.
Meral Akşener’in gizemli ve manidar bir şekilde masadan kalkışı, Sinan Oğan’ın ani bir manevrayla Cumhur İttifakı’na geçişi, Erdoğan’ın Fatih Erbakan’a, “Tarihe, CHP’ye seçim kazandıran parti olarak adının geçmesini istemiyorsan sen gel bize katıl,” minavilindeki baskıları ve aynı dönem Ekrem İmamoğlu’nun yıldızının parlaması…
Doğru veya yanlış, tüm bu olaylar, Kılıçdaroğlu, CHP ve genel olarak Türk siyasetinin karmaşık doğası hakkında kritik öğrenme fırsatları sunarken; bir yandan da geride bırakılması gereken meselelerdir. Geçmişin gölgesinden sıyrılarak ileriye doğru bakmak, CHP’nin de, Türk siyasetinin de geleceğini şekillendirme hedefiyle atılacak en sağlam adımdır.
Dün Kılıçdaroğlu’nu adaylık yoluna teşvik edenler bugün sert eleştirilerle karşısına geçiyor. Çünkü zaman akıyor ve kartlar el değiştiriyor, siyasetin hızla dönen çarkları ise hiç değişmiyor…
Aslında Kılıçdaroğlu, katıldığı programda, genel başkanlığa aday olup olmayacağının sorulması üzerine, “Delege isterse aday olabilirim,” şeklinde son derece doğal bir yanıt veriyor. Bu yönde herhangi bir arzusu olduğunu dile getirmiyor. Şu anda ne genel başkan adaylığı için açık bir talep söz konusu, ne de CHP içinde genel başkanlık sorunu ya da tartışması var. Türkiye’deki siyasi konjonktür de buna uygun değil.
Zaten Kılıçdaroğlu, sonraki günlerde, Kahramanmaraş Milletvekili Ali Öztunç’a ve Ordu Milletvekili Mustafa Adıgüzel’e de yaptığı açıklamalarda, genel başkanlık gibi bir talebinin olmadığını vurgulamış. KRT’de katıldığı programda daha ziyade, Özgür Özel ile Erdoğan arasındaki normalleşme görüşmelerine muhalefet etmek istediğinden, sorulan soruların konuyu o tarafa çektiğinden bahsetmiş.
31 Mart akşamı Türkiye’de siyasi dengeler önemli ölçüde değişmiştir. Yıllar sonra CHP, yerel yönetimlerde birinci parti olarak önemli bir başarı elde etmiş, bu başarının yankıları gerek parti içinde, gerekse parti dışında çok güçlü bir şekilde hissedilmiştir. Aynı zamanda halk nezdinde de (AKP iktidarına gösterdikleri sarı karta binaen) CHP’den yüksek bir beklenti ortaya çıkmıştır. Özgür Özel’in seçimleri kazanarak genel başkanlıktan liderliğe yürümesi, partide yeni bir dönemin başlangıcını simgelemektedir. Bu yeni gerçeklik, tüm kesimler tarafından sindirilmelidir.
Kaldı ki bu saatten sonra bu tür bir adaylık tartışmasının Kılıçdaroğlu’nun da aleyhine işlemesi kaçınılmazdır. Siyasi arenada gerçekleri göz ardı etmek, hem kendisi hem de partisi için zararlı sonuçlar doğurabilir.
Bu konunun en çok iktidar tarafından körüklendiği aşikâr. İktidar, CHP içerisinde bir gerilim yaratma arzusunu besliyor. Özgür Özel’in bir süre önce yaptığı açıklama da bu durumu özetler nitelikte: Cumhurbaşkanlığı tartışmasına gününden önce giren, Cumhur İttifakı’nın tuzağına düşer ve partiyi düşürür.
Özellikle, “Kılıçdaroğlu’nun asıl amacı İmamoğlu’nu aday yaptırmamak”, aslında Kılıçdaroğlu Mansur Yavaş’ı destekliyor, şeklindeki iddialar, bu gerilimi artırmak için kullanılıyor.
Eğer bir kişi cumhurbaşkanı adayı ya da genel başkan adayı olacaksa ve halkta karşılığı varsa, bunun önünde ne Kılıçdaroğlu ne de bir başkası durabilir. Kararı verecek olan yurttaştır, sokaktır, vatandaştır, halktır, CHP’nin yetkili organlarıdır.
Yerel seçim zaferine dair
31 Mart yerel seçimleri, sırf CHP örgütünün bireysel çabalarıyla değil, daha ziyade AKP’nin yolsuzlukları, berbat ekonomi yönetimi ve ülkeyi içine sürüklediği çamur dolu siyasi bataklığa halkın tepkisiyle kazanıldı. 2002’den bu yana ülke yönetiminde biriken hatalar, CHP’nin son seçimden birinci parti olarak çıkmasında etkili oldu.
CHP’nin yerel seçimlerdeki başarısı ayrıca biraz da 1989’da kazanılan ve 1994’te kaybedilen yerel yönetim seçimlerinden bu yana, solculara ve sosyal demokratlara büyük şehirlerdeki iktidar yollarının kapanmasının derinleştirdiği iktidar özleminin etkisi vardır.
Son yerel seçim zaferi, bu tarihsel mücadelelerin bir ürünü olarak da okunmalıdır. Bir başka deyişle zaferin diyeti dünden bugüne ödenmiştir. 31 Mart zaferi, partinin dirençli tarihine olan borcunun bir ifadesidir.
Bu süreçte Kılıçdaroğlu’nun emekleri ve iyi niyetli çabaları da göz ardı edilemez. Adalet Yürüyüşü, Merkez Bankası’nın kapısına, atanamayan öğretmenler için Milli Eğitim Bakanlığı’nın kapısına dayanmak gibi cesur adımlar, halk örgütlenmesini harekete geçirmesi, Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin iktidara karşı dik duruşunun simgeleri haline gelmiştir. Partiyi tüm kesimlere açma çabası, 6’lı Masa ile somutlaşan parti tabanını genişletme kararlılığı ile birlikte atılan tüm bu stratejik ve cesur hamleler, partide değişimin gücünü harekete geçirmiş ve CHP’ye ciddi bir ivme kazandırmıştır.
İvme, özellikle genç partililerin yerel yönetimlerdeki başarısıyla somutlaşmıştır. Değişimin sihri, partinin bu dönemdeki stratejik yenilenmesinde kilit bir rol oynamıştır.
Kılıçdaroğlu hiç mi konuşmasın?
Şimdi, tüm bu süreçlerin ardından, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan sürekli suskun kalmasının beklenmesi, hem insan psikolojisine hem de Türk siyasetinin dinamiklerine zıt bir durum olurdu. Siyasi bir lider olarak sesini duyurmak, fikirlerini paylaşmak, Türk siyasetinde kendine yer bulmuş, (Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz gibi) tüm diğer siyasi figürler gibi onun da varoluşsal bir yönüdür. Bu liderler, genel başkanlık koltuklarını terk etmiş olsalar dahi, toplumsal ve siyasal meseleler karşısında sessiz kalmamışlardır. Çünkü siyasi liderlik, sadece makamlardan ibaret değil, aynı zamanda bir kimlik, bir varlık biçimidir; liderler için fikirlerini paylaşmak, yaşamın ta kendisidir. Bu bağlamda, Kılıçdaroğlu’nun da sessiz kalması beklenemez; liderliği bıraksa dahi, siyasi ve toplumsal konularda sesini duyurma gereği duyması, onun da tıpkı öncekiler gibi varoluşsal bir refleksidir.
Ancak, Kılıçdaroğlu’nun sesini duyurması, genel başkan adaylığı gibi kapsamlı politik tartışmaları tetikleyecek açıklamalarda bulunması anlamına gelmemelidir. Bu noktada, belki de Kılıçdaroğlu için, sahneyi yeni liderlere bırakma ve biraz kenara çekilme, yeri geldiği ve talep edildiği zaman birikimlerini paylaşma, insanları deneyimlerinden yararlandırma vakti gelmiş olabilir. Bu durum, hem kendisi için kişisel bir yenilenme fırsatı sunabilir hem de partisi için taze bir vizyon ve yeni bir liderlik dinamizmi yaratma şansı olabilir.
Siyasetin dinamik yapısı gereği, belki de süreç bir gün onu tekrar genel başkan adayı olmaya iter. Zira biliyoruz ki siyasette 24 saat bile uzun bir zaman sayılabilir. Bugünden yarına ne olacağını kimse tam olarak kestiremez.
Esas hançer!
Kılıçdaroğlu’nun adaylık açıklamasının ardından gelen tepkilerden ilki, İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu’nun kullandığı “hançerleme” tabirine karşılık olarak; “Benim muhatap alacağım bir tarif değil, hayatımda hiç öyle bir insan olmadım,” şeklinde yanıt vermesi oldu.
Özgür Özel de Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarına yanıt olarak, CHP’nin vefasızlık yapmadığını savundu. Parti içi değişim sürecinin ve geçmişten alınması gereken derslerin önemini vurguladı. 2023 seçimlerindeki kolektif başarısızlığı kabullenerek, “Herkesin payı olduğu bu süreçte büyük umutları yitirdik,” şeklinde konuştu ve parti olarak belirlenen hedeflere doğru kararlı adımlarla ilerlemeye devam edeceklerini belirtti.
Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na, hançerleme meselesini açıklaması yönünde çağrıda bulunmasının ardından Kılıçdaroğlu sert ve çarpıcı bir yanıt verdi: “O hançeri sen çok uzun yıllar tuttun. Getirdin 15 Temmuz’da milletin sırtına sapladın. Sen, senin ağababaların, işbirlikçilerin, beslemelerin ve hançeri beraber tuttukların bilsin ki; milli bağımsızlığımızı ve milli ekonomimizi hedef alan, kurduğunuz bu sirki başınıza yıkacağım!”
Gerçekten de bugün hançerlemenin aranması gereken asıl yer, yere batan ekonomi, yüksek enflasyon, derin yoksuuluk, gelir uçurumu, 10 bin lira aylığa mahkum olan emeklilier, binbir çeşit zorlu yaşam koşulları değil midir? Hançerin en büyüğü tam da halkın sırtına bu şekilde saplanmadı mı?
Bu bağlamda, Özgür Özel ve Erdoğan arasında normalleşme adı altında gerçekleşen görüşmeler ciddi sorunlar barındırıyor. Ne yazık ki Özel, Erdoğan’ın geçmişteki suçlarına affedici bir yaklaşım sergileyerek siyasi manevralarına alet oluyor gibi görünüyor. Erdoğan, siyaseti domine etme yeteneğini kullanarak, hem kendi yanlışlarının bedelini başkalarına yıkmaya hem de ekonomik krizleri, seçim yenilgisini örtbas etmeye çalışıyor ve bu şekilde güç topluyor.
31 Mart seçimlerinden sonra kamuoyunda “Özgür Özel genel başkan ama partinin lideri Ekrem İmamoğlu” şeklinde bir algı oluşmuştu. Ancak sonrasında yaşananlarla birlikte Özel, kendi liderlik pozisyonunu güçlendirme çalışmalarına girişti. Erdoğan da bu durumu fırsat bilerek, İmamoğlu’na karşı (belki de daha söz geçirilebilir bulduğu) Özel’i parlatmaya çalıştı.
Demokrasiyi bir tramvay gibi kullanma anlayışına sahip ve anayasayı dikkate almayan, 2014’ten beri oyları düşen ve iktidarını sürdürebilmek için anayasa değişikliğine ihtiyaç duyan, güç toplamaya çalışan bir liderle yapılan normalleşme görüşmeleri, ne partinin ne de ülkenin çıkarlarına hizmet edebilir. Bu süreç, halkın karşılaştığı ekonomik ve sosyal sorunlara gerçek çözümler sunmak yerine, ancak mevcut iktidarın sorunları örtbas etmesine yardımcı olur.
Zaten bu normalleşme görüşmelerinin, Özel liderliğindeki CHP’ye iyi gelmediği de yerel seçimlerden sonra yapılan kamuoyu yoklamalarında, partinin oylarında gözlenen düşüşle de ne yazık ki kendini belli ediyor. Bu nedenle, Özel’in bu süreçte Erdoğan’a can simidi olmak yerine daha temkinli ve eleştirel bir yaklaşım benimsemesi gerekmektedir.
Perdenin gerisinde çalışan İmamoğlu
Özgür Özel’e odaklanırken, perdenin gerisinde İmamoğlu’nun 2028 cumhurbaşkanlığı adaylığı için kaldırım taşlarını döşediğini göz ardı etmemek gerekir. İmamoğlu’nun seçmende tartışmasız bir karşılığı var; ancak İstanbul’un sorunlarına ve belediyecilik faaliyetlerine yoğunlaşarak cumhurbaşkanlığı yolundaki zorlukları daha rahat aşabilecektir.
İmamoğlu’nun tartışılan son Roma gezisinin İstanbul Büyükşehir Belediyesine faturasının yaklaşık 400 bin Avro olduğu konuşuluyor. Elbette, iktidarın harcamalarıyla kıyaslandığında bu durum devede kulak kalır fakat yine de İmamoğlu’nun bu tür konularda daha dikkatli olması bekleniyor. “Onlar öyle yaptı diye ben de öyle yapacağım” şeklinde bir yaklaşımdan ne seçmen ne de genel halk nezdinde haklı çıkmak mümkün olmaz.
Ayrıca Roma gezisi biliniği gibi, İstanbul’un 2027 Avrupa Oyunlarını kazanma çabasını desteklemek amacıyla gerçekleştirilmişti. Ancak, gezide bulunan gazeteciler arasında Ertuğrul Özkök gibi isimlerin de olması ve sonrasında bu gazetecilerin gezinin gerçekleştirilme amacından ziyade “yemek, içmek ve şarap” gibi detaylara odaklanmış olması hem iktidar, hem de kamuoyu nezdinde eleştirilere yol açmış, durduk yere karşı tarafın eline malzeme vermiştir.
Bunun yanı sıra, “Benim medyam, benim gazetecilerim” gibi bir algının yaratılması İmamoğlu’nun objektif ve şeffaf bir liderlik sergilemesi gereken dönemde, siyasi itibarını zedeleyecektir. İmamoğlu’nun, hem medyanın kendi lehine kullanıldığı algısından kaçınması, hem de kamu kaynaklarının kullanımı konusunda daha titiz davranması gerekiyor. Böylece hem savurganlık eleştirilerini bertaraf eder hem de kamu kaynaklarını sorumlu bir şekilde kullanma yönündeki kararlılığını gösterebilir. Bu, İmamoğlu’nun 2028’e kadar sürecek olan siyasi mücadelesinde daha güçlü ve meşru bir konumda olmasını sağlayabilir ve seçmen nezdinde haklı çıkmasına yardımcı olabilir.
İmamoğlu’nun İtalya gezisinin bir başka anlamı ve mesajı da; bunun bir yandan iktidara, bir yandan da Özgür Özel’e karşı bir meydan okuma olarak okunabilmesidir. Roma gezisi aslında, “Ben buradayım ve 2028’e hazırlanıyorum” mesajı veriyor ve İmamoğlu’nun liderlik iddiasını pekiştiriyor.
İmamoğlu’nun Roma gezisi, İstanbul’un meydanlarını aşan bir vizyonun işareti olarak, Türk siyasetinin karmaşık sahnesinde hem bir meydan okuma hem de bir liderlik beyanı olarak yorumlanabilir. Bu, İmamoğlu’nun sadece mevcut tartışmalara değil, Türkiye’nin geleceğine de seslenişidir.
İmamoğlu, siyasi kariyerinde geriye adım atmadan, sürekli ileriye yönelik hamleler yapıyor. İlk İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiği tarihten itibaren aslında cumhurbaşkanı adaylığı yoluna girmişti. İkinci kez İstanbul’u çok güçlü bir şekilde kazanarak bu iddiasını pekiştirmiş oldu. İmamoğlu, aynı zamanda Özgür Özel’in kurultayda genel başkanlık koltuğuna oturmasına önemli ölçüde katkı sağlayarak, partideki etkisini ve liderlik pozisyonunu da güçlendirdi. Bu süreçte adım adım ilerleyen İmamoğlu, Türk siyasetinde giderek daha belirgin bir figür haline gelmekte ve gelecek hedeflerine kararlı adımlarla yürümektedir.
Ne de olsa liderlik yarışı sadece koltuklar arası bir geçiş değil, aynı zamanda idealler ve vizyonlar arası bir mücadeledir.