SADIK ÇELİK
1980 sonrası doğanlar, özellikle de çocukluklarını 90’lı ve 2000’li yıllarda geçirenler, cumhuriyet tarihindeki belki de en büyük “mülksüzleşme” sürecinin özneleri olmayı tecrübe edecek gibi görünüyor. Eski nesillerin, memurluk, öğretmenlik gibi orta sınıf meslekler ile yalnızca bir parça “dişini sıkarak” ev ve araba sahibi olabildiği bir dönemden, bu imkanların pembe bir hayal olduğu zamanlara geçiş yapıldı. Henüz 90’ların sonları ve 2000’lerin başlarında da emeklilik ikramiyeleri birikim yapmanın ve mülk edinmenin bir aracıydı. İşçiden memura, çiftçiye, esnaftan öğretmene herkes, yaşları kemale ermeden bir şekilde varlık sahibi olabiliyordu.
Peki Y ve Z kuşağı için mülk sahibi olmak neden ve nasıl bir hayale dönüştü?
2018’den itibaren Türkiye, ağır bir ekonomik buhranın içine girdi. 2021 ile birlikte bu durum, kontrolden çıkan bir enflasyon sarmalıyla daha da derinleşti. Artık yeni normalimiz bu: Sürekli yükselen fiyatlar, eriyen satın alma gücü, refahın paylaşılamaması, korkunç bir gelir adaletsizliği. Açlık sınırının altında kalan asgari ücret ve emeklilerin hali pür melali… İki yakası bir araya gelmeyen beyaz yakalılar… İşçiler, memurlar, emekçiler… Nitelikli gıdaya, ete, süte ulaşmaya çalışan fakat boş kalan eller… Emeklilik artık, huzur bulma umudunu yitirmiş bir neslin yorgun adımlarıyla eş değer. Gıda fiyatlarına yetişemeyen maaşlar, temel ihtiyaçlara bile ulaşamayan bütçeler… İşsizlik, bu karanlık tabloya eklenen bir başka çaresizlik.
Bu ekonomik darboğaz, toplumun genelini saran bir sosyal gerilime dönüşüyor. İnsanlar, geleceklerini güvence altına alacak bir sermaye biriktirmek bir yana, günlük giderlerini karşılamakta bile zorlanıyor. TL cinsi gelir kazanan dar gelir grubunun tasarruf şansı tümden kayıp.
Zaten insanlar karnını bile doyuramazken nerede kaldı bir mülk, bir anahtar sahibi olmak…
Günü kurtarma telaşı, yarının yoksulluğuna da zemin hazırlıyor. Varlık sahibi olma umudu günbegün buharlaşıyor; işletme kurmak, araba, hatta bir ev sahibi olmak, giderek uzaklaşan bir düş.
Tarihin en büyük mülksüzleştirme hareketlerinden biri
Gelinen bu içler acısı nokta çokça yanlış ekonomi politikalarıyla doğrudan ilgili fakat biraz da küresel ve yapısal bir krizin yansıması.
Türkiye’de (eriyen) orta sınıfın ev alma hayali nasıl suya düştüyse, Amerika’daki gençlerin de umutları, aynı seviyede olmasa da benzer bir kaderi paylaşıyor.
Sermayeye erişimdeki adaletsizlik giderek belirginleşiyor. Bu süreçte şirketler, ucuz kredilerle piyasaları domine ederken, ev fiyatlarını yükseltip, kira gelirleriyle kazançlarını artırıyorlar. Pandemi, bu durumu daha da alevlendirdi, bu dönemde çok sayıda dev finans kuruluşunun gayrimenkul sektörüne girmesi tesadüf değildi elbette. Tarihin en büyük mülksüzleştirme hareketlerinden biri o dönem itibariyle başladı.
Avrupa’da ise durum yine bir dereceye kadar benzer; gazete manşetleri ardı ardına aynı hikayeyi anlatıyor: İspanyol gençlerin, Alman ve İtalyanların ev alma umutları yok oluyor. Portekiz’deki konut krizi protestoları, İrlandalı müzisyenlerin evsizler için bestelediği marşlar ve Hollanda seçimlerindeki ev krizi tartışmaları, bu küresel sorunun sınırları aşan yankılarını gösteriyor.
Araştırmalar, bu umutsuz tabloyu doğruluyor: Avrupa genelinde genç yetişkinlerin ev sahibi olma oranı son yıllarda dramatik bir düşüş yaşıyor. Özellikle Güney Avrupa’da Y kuşağının yalnızca yarısı ev sahibi olabiliyor. Amerika’da bu oran yüzde 43. Halbuki 1940’larda doğan neslin yüzde 70’inin 35 yaşına geldiğinde bir evi vardı.
Eurofound’un verilerine göre, genç yetişkinlerin (25-34 yaş arası) yüzde 40’ı hâlâ aileleriyle birlikte yaşıyor. Bu oran 2017’de yüzde 27’ymiş… İspanya, İtalya ve İrlanda’da bu oranlar daha da yüksek. Durum, Atlantik’in ötesinde de benzer: Guardian, New York Times, Economist gibi mecraların hazırladığı haberlere göre ABD ve Avrupa’da gençlerin üçte ikisi ev alma umudunu kaybetti.
Kısacası, gençlerin mülk edinme düşleri giderek soluklaşıyor, büyük sermaye ise bu krizden kazançlı çıkıyor. Bu, sadece ekonomik bir çöküş değil, aynı zamanda derin bir sosyal adaletsizliğin göstergesi.
***
Tüm bu iç karartıcı rakamlar, kişi başına düşen milli gelirin Türkiye’nin en az iki katı olduğu ülkelerden geliyor. Enflasyonun, bizimkinin yanına bile yaklaşamadığı ülkelerden… Bu durumda bizdeki vahameti varın siz düşünün…
Türk halkı son yıllarda dünyanın en berbat enflasyon oranlarıyla yaşamaya, daha doğrusu hayatta kalmaya çalışıyor. Küresel çapta yaşanan ekonomik sıkıntılara ek olarak, Türkiye’nin özgün sorunları; yüksek enflasyon, istikrarsız ekonomi ve gelecek belirsizliği, yaşamı giderek daha da zorlaştırıyor.
İzmir, Selçuk’ta yürekleri dağlayan bir trajedi. Elektrikli sobanın devrilmesi sonucu çıkan yangında, en küçüğü bir, en büyüğü beş yaşında olan beş kardeş hayatını kaybediyor… Ev demeye bin şahit isteyen derme çatma bir barınakta, yoksulluğun dibinde, bir başlarına… Aile, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Sosyal Ekonomik Destek (SED) programından yararlanıyor, komşularının tencereyle taşıdığı yemeklerle karın doyuruyorlar… Hurda toplayarak geçimini sağlamaya çalışan bir anne, hapiste bir baba…
Yoksulluk ve mülksüzleşmenin en karanlık yüzünü yansıtan bir trajedi. Sağlam, güvenli bir sığınağı olmayan, toplumun en savunmasız üyeleri, kaçınılmaz olarak felaketin kucağına itiliyor. Beş masum canın böylesine kolayca ve korkunç bir biçimde hayatını kaybetmesi, yalnızca bir ailenin değil, tüm bir toplumun başarısızlığıdır. En çok da yöneticilerin. İl ve ilçe belediye başkanlarının, kaymakamın, valinin, çevre ve şehircilik bakanlığının… O çocukları yaşatamayanların yerin dibine girmesi gerekirken, her birinin bir saniye bile görevde durmaması, tutulmaması gerekirken… Kimse koltuğundan kımıldamıyor.
Japonya’da olsa sorumluların harakiri yapacakları dehşet verici bir olay…
Diğer tarafta, tren istasyonunda beton tentenin çökmesi sonucu 14 kişinin yaşamını yitirdiği Sırbistan’da binlerce insan 10 gündür sokakta, bu olaya tepki gösteriyor, yer yerinden oynuyor. Bizde ise 5 bebeğin feci şekilde can vermesi, bırakın yerin yerinden oynamasını, yaprağı bile zor kımıldatıyor… Ne acı.
Sonra şehrin çeperlerinde yaşanan yoksulluk… Derme çatma barakalarda yaşayan ve itinayla göz ardı edilen, kentlerin “utanç vesikası” olanlar. Kuştepeler, Dolapdereler… Bu bölgelerdeki yoksulluğa, mülksüzlüğe kayıtsız kalmayı kanıksamış yöneticiler…
Bu noktada yerel yönetimlerin öncelikleri sorgulanmalı. Toplumun kanayan yarası olan derin yoksulluğa karşı gerekli mücadele verilmeden, insanların en temel hakkı olan barınma hakkı tamam edilmeden, konser gibi etkinliklere milyonlar harcanması kabul edilemez. Halkın oylarıyla seçilen yöneticiler, önce vatandaşların temel sorunlarına çözüm bulmalı, ardından kültürel ve sosyal etkinliklere kaynak ayırmalıdır. Bu, hem etik bir sorumluluk hem de toplumsal bir zorunluluktur.
***
Batılı ülkelere kıyasla katbekat yıkıcı olan bir enflasyon sarmalı, dibe vurmuş bir ekonomi, dipsiz bir yoksulluk ve onunla alışılmadık yöntemlerle mücadele ettiğini zanneden bir iktidar, ülkeyi 22 yıldır bilfiil yönetmesine rağmen derin yoksulluğa çözüm üretemeyen, çözüm üretmek bir yana günbegün derinleştiren hükümet yetkilileri, odağını ve kaynaklarını başka yerlere akıtan yerel yöneticiler ve tüm bunların doğal sonucu olarak yaşanan trajediler, yoksunluk, noksanlık…
Ülkeyi 22 yıldır yöneten kadroların bir başarısı(!) olarak insanların mülkiyet edinme şansları peyderpey ellerinden alındı, alınıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri de bu gerçeği doğruluyor; oturduğu evin sahibi olma oranı, 2018’den 2023’e doğru istikrarlı bir şekilde düşmüş. 2018’de yüzde 59 olan oran, 2021’de yüzde 57.5’e ve 2023’te yüzde 56.2’ye gerilemiş. Her geçen yıl, daha fazla insan, kendi evinin sahibi olduğu güvenli bir gelecekten uzağa düşüyor.
İşin en acı ironisi ise tüm bu alt üst oluştan en çok zarar gören emekçi sınıfı, bugünkü asgari ücretle bu sömürü düzenine razı gelenler, aynı zamanda iktidarın en önemli oy depolarını oluşturuyor…
Türk halkı, temel barınma ihtiyacını karşılamakta dahi zorlanır hale geldi. Bu durum, toplumda yardıma muhtaç bir yığın yaratıyor ve bırakın jenerasyonlar arası sınıf atlamayı, içine doğduğu sosyal sınıfı korumayı bile namümkün hale getiriyor. İnsanlar sadece günü kurtarma peşinde. Bu da, ticarete, girişimciliğe ve yenilikçi teşebbüslere katılımı ciddi şekilde sınırlıyor. Sermaye gerektiren her türlü girişim, bu ekonomik koşullar altında neredeyse imkansız hale geliyor.
Kısacası, Türkiye’de yaşanan ekonomik sıkıntılar, sadece anlık problemler değil, aynı zamanda toplumsal yapının derinlerine işleyen, uzun vadeli ve mülksüzleşme temelli sorunlara dönüşüyor.
***
Mülksüzleşmenin altında yatan pek çok ikincil etkenden söz etmek mümkün.
Örneğin, birçok ülkede, çevresel kaygılar ve katı imar kuralları nedeniyle yeterince yeni konut inşa edilmiyor. Bu durum, konut arzının azalmasına ve dolayısıyla fiyatların artmasına yol açıyor.
Ayrıca, göç ve nüfus hareketliliği gibi küresel faktörler de şehirlerdeki nüfus yoğunluğunu artırıyor. Artan nüfus, mevcut konut sayısının yetersiz kalmasına ve ev fiyatlarının yükselmesine sebep oluyor. Şehirler büyüdükçe, yaşanabilir alanlar daralıyor ve fiyatlar tırmanıyor.
İlginç bir başka küresel fenomen ise insan ömrünün uzaması. Bu durum, Y ve Z kuşağının ev sahibi olma şansını doğrudan etkiliyor. Yaşam süresinin uzaması, iş gücünde daha uzun süre kalınmasına ve emeklilik fonlarını uzun süre kullanılmamasına neden oluyor. Bu da, önceki nesillerin mülklerini satmaması veya miras olarak bırakmaması anlamına gelerek, gençler için konut piyasasında seçeneklerin azalmasına ve fiyatların yükselmesine yol açıyor. Ebeveynlerin ömrü uzayınca, gençlere, ailelerinden, sermaye oluşturacak herhangi bir miras da kalmamış oluyor.
Eğitim seviyesi yüksek olan Y ve X kuşağının, yüksek maliyetli şehirlerde yaşama eğilimi de bu dinamikleri pekiştiriyor. Finans, inovasyon ve hizmet sektörleri gibi alanlarda çalışan gençler, yüksek talep gören büyük şehirleri tercih ediyor, bu da ev fiyatlarını daha da artırıyor. Şehir dışı, daha uygun fiyatlı bölgeler ise genellikle tercih edilmiyor.
Elbet maaşlar ile ev fiyatları arasındaki uçurumun giderek açılması, mülksüzleşmenin temel etmenlerinden biri olarak öne çıkıyor. Yerel ve küresel olarak bu uçurum derinleşirken, Türkiye’de bu makasın genişleme hızına ayak uydurmak imkansız hale geliyor. Öyle ki bugün bir asgari ücretli, ortalama bir ev alabilmek için en az 200-250 maaş biriktirmek zorundadır; bu da yaklaşık yirmi yıllık bir emek demek. Ortalama maaşlı bir çalışanın gelirinin asgari ücretin yüzde 50 üzerinde olduğunu bile varsaysak, ev sahibi olmak maaşlı çalışan sınıfın neredeyse tamamı için bir fanteziden öteye geçemiyor. Tasarruf veya borçlanma kapasitesi bu yüksek maliyetlerin çok altında kaldığı için, ev alma umudu giderek uzaklaşıyor.
Bir servet adaletsizliği panoraması
Mevcut durumda, sermaye birikimi ve varlıklara sahip olan azınlık, kalan büyük kesimden hızla kopuyor. Bu kopuş, özellikle nesiller arası servet adaletsizliği olarak belirginleşiyor ve gelecek yıllarda bu uçurum daha da derinleşecek. Bilhassa 1990 sonrası doğanlar için yurt dışında çalışmadıkça veya aile mirası almadıkça ev sahibi olmak neredeyse imkansız. 1980-90 arasında doğanlar ise gelirlerini kısmen koruyabilseler de, servet adaletsizliğinin yarattığı hasardan onlar da kaçamıyor.
Burada önemli bir noktaya da değinmek gerekiyor. Söz konusu 80 sonrası doğan nesiller, eğitim ve sağlık hizmetlerindeki özelleştirmeler yüzünden (varsa) tasarruflarının büyük bir kısmını zaten tüketmek zorunda kalıyor.
Yerle yeksan edilen eğitim sistemi… Sağlık sistemine olan güvenin günbegün azalması… Canını yurt dışına atan binlerce doktorumuz… Özel okullar ve özel hastaneler, bu neslin finansal kaynaklarını adeta bir sünger gibi emiyor.
Hasbelkader ev sahibi olabilenler de genellikle kendilerini ait hissetmedikleri, sosyoekonomik olarak daha düşük semtlerde yaşamak zorunda kalıyorlar.
Anne ve babalarının alabildiği evleri, çok daha iyi eğitim almış olan çocukları satın alamıyor! Radikal bir değişim olmadıkça da bu durumun böyle devam edecek gibi görübüyor…
Türkiye’de TÜİK verilerine göre halkın yüzde 70’i borçlu ya da taksit ödüyor. Azalan tasarruf oranları yüksek enflasyonla birleşince günlük giderler dışında herhangi bir birikim yapmak neredeyse imkansız hale geliyor.
Tüm bu tablonun acı resmi; tarih, özellikle 2000’den sonra doğanları “mülksüzler” olarak kaydetmeye hazırlanıyor.
Bu gerçekler, dünya genelinde “Evsiz ve Yoksul Gençler” ve “Kiracılar Çağı” gibi manşetlere ilham veriyor. Nesiller arası servet uçurumu derinleşirken, gençler arasında bir ev, bir yuva sahibi olma umudu yerini derin bir umutsuzluğa bırakıyor.
Köksüz nesillerin yükselişi
Modern çağın en büyük trajedilerinden biri, kazandığı parayla ancak gününü geçiren, aile kurma imkânı baltalanmış, devlete ve topluma karşı savunmasız kalan yığınlar olacak.
Bir zamanlar bayrağı kanıyla sulayanların, toprağı uğruna ölenlerin torunları, artık o topraklar üzerinde ebedi kiracılar olarak yaşıyor. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında, gençlerin bu toprakların mirasına ortak edilmesi şart. Aksi takdirde, onları milliyetçilikle ikna etme çabası bu kiracı nesil için yankısını yitirmiş bir çağrı hale gelebilir. Gençler, yurtlarını terk ediyor çünkü uğrunda kalacak bir yer, savunacak bir toprak göremiyorlar.
Büyük buluşlar, keşifler ve yaratılan tüm güzellikler, bireyin bağımsız bir aktör olarak var olabilmesiyle, özgürce hareket edebilmesiye ilintilidir. Bireyin dünyada bağımsız bir varlık olarak yer almasının en önemli sembollerinden biri ise mülkiyet, özellikle de toprak mülkiyetidir.
Ev sahibi olamayan, sığınacakları bir limanları, bir “aidiyetleri” olmayan, kök salamayan insanlar, yani mülksüzlük, yeni insanı köksüz, bağsız ve savunmasız bırakır.
Eğer bir ülkede şehirler yoksa, anahtarla kapısından girilen evler eksikse, ekili topraklar noksansa, bunların yok olma tehlikesi karşısında canlarını ortaya koyacak bir nesil de var olamaz.
İşte burası tam da, yalnızca bir toprak parçasını değil, bir milletin ruhunu, kimliğini ve bağımsızlığını kaybetmenin eşiğidir.