QUENTIN MULLER
ÇEVİRİ: DİLAN YAVUZ
Sarkık kulaklı, kıvırcık kara yünlü, küçük koyunlar taştan bir barınağın altında güçlükle korunmaya çalışıyor. Saad Ahmed Süleymani ve İssa Azazin Ghulam kardeşler, derme çatma barakalarından gökyüzünü ele geçiren kara bulutları izliyor. Sohbi kabilesinden birkaç aile, Megh ve Chapala adlı verilen iki güçlü kasırganın ardından bir uçurumun kenarındaki bu bölgeye sığınmış. Üzerinde yaşadıkları topraklar koyu kırmızı. Her yerde bulunan kayalar jilet gibi keskin. Sokotra’nın yüksek platolarında, dikenli dalları olan ilginç ağaçlar dışında pek bir şey yetişmiyor. Saad, “Buradaki bütün ağaçları tanıyorum. Ben doğmadan önce buradaydılar, ben öldükten sonra da burada olacaklar” diyor.
Sadaqa köyünden, takımadanın son büyük ejderha ağacı ormanı olan Firhmin’in bulunduğu bir başka uçuruma doğru nefes kesici bir manzara uzanıyor. İssa, “Kasırgalar bazı bölgelerdeki Aarieb’lerin (Ejderha ağacının Sokotra’daki adı) yarısını yok etti. Köyümüzdeki otuzdan fazla tarihi evi, sürümüzün bir kısmını ve tüm birikimlerimizi aldı götürdü” diye konuşuyor. İki kardeş, adaların merkez şehri Hadibu’ya birkaç günlük yürüme mesafesinde yaşıyor. Aile, geçimini ara sıra sattıkları keçilerden sağlıyor. Geçmişle çelişen tek şey, jeneratör görevi gören araba aküleri.
Bu yarı göçebe topluluklar için ejderha ağacı öz suyu toplamak artık önemli bir ekonomik faaliyet değil. Saad, “Tüccarlar bazen yurtdışına büyük siparişler getiriyor ama bu, keçi ve koyun sürülerimizle kıyaslandığında önemsiz bir gelir kaynağı” diyor. Yemen’de sultanlığın yerine sosyalist bir rejimin kurulduğu 1967 yılına kadar, reçine takas yoluyla Umman ve Hindistan’a ihraç ediliyormuş. Ancak yeni yönetim bu ticareti yasaklamış.
Uzun ömürlü, eşsiz karakterli ama çok kötü bir odun
Bu sıra dışı bitkinin kırmızı öz suyu, tekstil boyası, kanama durdurucu ve yara iyileştirici olarak da kullanılabiliyor. Özellikle hangi grupların ne zaman, ne kadar öz su toplayacağı gibi konular, ormanlık alanlara yakın yaşayan kabilelerin liderleri arasında görüşülüyor. Adalılar, sadece uzun ömürlü oluşu ve eşsiz karakteri nedeniyle değil, aynı zamanda dalları ve gövdesinin iç kısmlarındaki nemli süngerimsi tabaka nedeniyle çok kötü bir yakıt olduğu için ejderha ağaçlarını hiç kesmiyorlar. Dracaena cinnabari, takımadalarda gölge sağlayan tek ağaç. Tuhaf bir mantar şekli oluşturan dikenli yaprakları, yetiştikleri yüksek bölgelerde hareket eden bulutlardaki nemi topluyor. Bu sayede, Sokotra’ya özgü küçük baykuş, şahin ve sığırcıklar ile sadece bu ağaçlarda yaşayabilen kertenkele türü Hemidactylus dracaenacolus gibi birçok böcek, kuş ve sürüngen türü, dallarının arasında serinleyebiliyor ya da yuva yapıyor.
Firmihin ormanı, yaşları beş yüz ile bin arasında değişen yaklaşık 28 bin yetişkin ağaçtan oluşuyor. Kayalıklarla çevrili olan orman, Megh ve Chapala kasırgalarından Diksam platosuna göre daha az etkilenmiş. Buna rağmen, ormanın yüzde 13’üne denk gelen 4 bin 200 ağaç kökünden sökülmüş. Ejderha ağaçları, zaman içinde adanın benzersiz biyolojik çeşitliliğinin sembolü haline gelmiş. Efsaneye göre Aristoteles, Büyük İskender’i adayı fethetmesi için bir Yunan garnizonu göndermeye bizzat ikna etmiş. Stratejik açıdan önemli bir konumda bulunan ada, o zamanlar aloe bitkileri, tütsü ağaçları ve tabii ki ejderha ağacı öz suyuyla biliniyormuş. Filozof, adayı elinde tutan Hintli korsanlardan almak için cesur savaşçılar seçme izni almış. Efsaneye göre, adayı ele geçiren garnizondaki askerler ve torunları uzun süre dış dünyadan izole bir şekilde burada yaşamış; ta ki milattan sonra 50 yılında misyonerlik için Hindistan’a giden aziz Thomas’ın gemisi Sokotra kıyılarına vurana kadar… Bu olayın ardından ada halkı Hristiyanlığa geçmiş.
Bir efsanenin peşinde adaya akın eden arkeologlar
Yüzyıllar sonra düzinelerce Batılı sözde bilimsel ve antropolojik misyon, tam da bu ilk Yunan kolonisini bulmaya çalışıyordu. Diplomat Thomas Roe’nun 17. yüzyıldaki ve Binbaşı Hunter’ın 19. yüzyıldaki seyahatnamelerinde, ziyaret ettikleri farklı yerel halkların ırklarına dair takıntılı yaklaşım anlatılıyor. Genellikle ejder ağaçlarına çok yakın yaşayan yüksek platolardaki Bedevilerin, Aristoteles tarafından gönderilen Yunan garnizonunun muhtemel torunları olduğu düşünülüyordu.
Yirminci yüzyılda Batılı arkeologlar tarafından yapılan sayısız vahşi kazı – bazıları mezarları kazacak kadar ileri gitmiştir – o döneme ait herhangi bir Yunan kilisesi ya da dini kalıntıya dair en ufak bir iz bulamadıkları için pek ikna edici olmadı. Takımadaların ana kenti Hadibu’nun banliyölerinde sadece, muhtemelen milattan sonra birinci binyılda Akdeniz bölgesinde yapılmış birkaç çanak çömlek parçası bulundu.
Socotralılar aslında Habeş, Himyer ve Doğu Afrika’dan gelen halkların bir karışımı. Kökenlerini kesin olarak belirlemek zor ve antropolojik çalışmalarda uzun süre sadece coğrafi yerleşim farkları dikkate alınmış. Ada, 1480 yılında Yemen’in doğusundaki Mahra sultanlığının bir parçası haline geldiğinde, birkaç yüzyıl boyunca süren toplumsal bölünme yaşanmış. Müslüman dini elit (eşraf ya da soylular), birkaç idareci, ileri gelen ve sultanın etrafında toplanan toprak sahipleri evlerini kıyıya yakın bir yere kurmuşlar. Bu kesimler, Doğu Afrika’dan dönen köle tüccarları tarafından satılan Afrikalı kölelere sahipmiş.
Doğaüstü hikayeler, melekler, şeytanlar, hayaletler, iblisler…
Dağlık bölgelerdeki göçebe aşiretler, sürüleri için yağmurlara göre yer değiştiriyor. Kendilerini Müslüman olarak tanımlıyorlar ama çoğu okuma yazma bilmiyor ve hayatlarında hiç Kuran görmemişler. Erkekler, İslam’ın katı yorumlarında hoş görülmeyen doğanın kutsallığına (bereket) inanıyorlar. Ot, hurma ve hepsinden önemlisi bol miktarda su için doğaya sığınıyorlar. Hayalet, melek, şeytan ve iblis hikâyeleri çok yaygın. Yaşama tutunmaları, mevsimlerin yağışlı geçmesine ve hayvanlarının sağlıklı olmasına bağlı olan bu kırsal nüfusun yaşadığı talihsizlikler de genellikle doğaüstü olaylarla açıklanıyor. Dağlık bölgelerde, Hazretti Muhammed’in soyundan geldiklerini iddia eden kişiler de yaşıyor. Bunlar, Yemen’in doğusundaki Hadramut’tan geliyorlar. Sokotra halkı, bu insanlara doğaüstü güçler atfediyor. Kıyı kesimde ise sultanla bağlantılı Mahri aşiretinin seçkinleri ile Umman ya da Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelen Arap tüccarlar yaşıyor. Bu bölgelerde de batıl inançlar yaygın ancak az sayıdaki cami ve Kuran kursu, bu inançlarla daha az iç içe geçmiş bir İslam’ın öğrenilmesine ve yayılmasına katkıda bulunuyor.
Firmihin ormanına yayılan keçi sürüsünü kontrol ettikten sonra büyük bir Aarieb ağacının altına oturan Ahmed Abdullah Dimero, ejderha ağacından tutkuyla bahsediyor: “Bu orman bir zamanlar hurma ağaçlarıyla doluymuş… Bir gün dilenci kılığındaki bir melek gelip Firmihin sakinlerinden biraz hurma istemiş. Tarlanın sahibi yalan konuşmuş, ağaçların meyvelerinin yenmediğini söylemiş ve ağaçlar için “Aarieb” adını uydurmuş. Melek aslında bu kabilenin cömertliğini sınıyormuş. Bencil oldukları için onları cezalandırmış ve tüm palmiye ağaçlarını, meyveleri zehirli olan ejderha ağaçlarına dönüştürmüş.”
Adanın her yerinde ortaya çıkan Arapların etkisi
Bu yerel efsanenin aksine, Arapça’da ağaçları tanımlamak için kullanılan “Dam al akhawayn – kardeş kanı” ifadesi, hem İncil hem de Kuran’da geçen bir hikâyeye dayanıyor. Buna göre, cennetten kovulan Adem ve Havva’nın, Sokotra’da çiftçilik yapan Kabil ve çobanlık yapan Habil adında iki oğlu vardı. Kardeşler arasında çıkan bir tartışmada Kabil, Habil’i bıçaklayarak öldürdü. Habil’in takımadaların yüksek bölgelerine yayılan kanı, bu özel ağaç türünün ortaya çıkmasına neden oldu. Bu hikayeyi çok az Sokotralı biliyor ya da inanıyor. Görüştüğümüz Sokotralılar, bu anlatıyı, saltanatın 1967’de sona ermesinden sonra sosyalist rejim tarafından yürütülen okuma yazma kampanyası aracılığıyla adanın dört bir yanında ortaya çıkan “Araplara” ve Arap diline bağlıyor. İlerici bir yaklaşım benimseyen sosyalist rejim, büyücülük ve şaman ayinlerine son vermeye çalıştı. Ancak iki Yemen’in 1990’daki birleşmesinin ardından ülkenin kuzeyinden gelen misyonerler, adalıların hâlâ İslam’ın gelişinden önceki cahiliye döneminde yaşadıklarını düşünerek yerel halkın inançlarına karşı daha sert müdahalelerde bulunmaya başladı.
Makole’nin (büyücü) güçlerine inanların dinden çıkacağı duyuruldu, yağmur için kurban kesmek, ayin düzenlemek ve diğer tüm karma etkinlikler yasaklandı. Doğaüstü öyküler ve hayaletlere olan inanç artık nesilden nesile aktarılmıyordu. Kadın giyisilerindeki ahlaka aykırı kabul edilen renkler kaybolmaya başladı. Sokotra’ya özgü isimlerin yerini yavaş yavaş İslami isimler aldı. Sokotra’nın üç siyasi – dini akımı olan Sessizler, Müslüman Kardeşler’in Yemen’deki kolu El-Islah Partisi’nin ve Selefiler, takımadaların popüler tarihinin bir kısmını yavaş yavaş ortadan kaldırdı. Bugün, zorlu olduğu kadar eşsiz bir doğayla uyum içinde yaşayan ejder ağaçları, çok çeşitli inançlarla yoğrulan geçmişin son tanıklarından biri olarak ayakta kalmaya devam ediyor.
KUTU… KUTU… KUTU…
BAŞLIK:
Herkesin en sevdiği ada
Sokotra, çok uzun zamandır büyük bölgesel güçlerin iştahını kabartıyor. Umman İmparatorluğu, denizcilikte en parlak yıllarını geçirdiği dönemde (8. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar) dahi adaya hiçbir zaman tamamen hâkim olamadı. Portekizlilerin adadaki işgali ise zorlu yaşam koşulları nedeniyle sadece dört yıl (1507 – 1511) sürdü. Önce İngilizler (19. yüzyılın sonlarından 1967’ye kadar) ardından da Sovyetler Birliği (1967 – 1990) adayı gelişmiş ve sürdürülebilir bir stratejik üs haline getirme çabalarında başarısız oldu. 2018 yılında, Yemen’deki iç savaş ve dış müdahalelerin ardından Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) adaya gözünü dikti. 2015’ten bu yana birçok sivil toplum kuruluşu aracılığıyla bölgede bulunan Abu Dabi, adaya aşamalı olarak asker konuşlandırmaya başladı. Bu girişim, Husilerle çatışma alanları yüzlerce kilometre uzaklıkta olduğu için tepki çekti. Dönemin Yemen Devlet Başkanı Abdurabbu Mansur el-Hadi ve Sokotra Valisi Remzi Mahrus, durumu “işgal” olarak niteledi. Bunun üzerine BAE, Güney Geçiş Konseyi (GGK) adı verilen yerel ayrılıkçı hareketi devreye soktu. GGK, adadaki merkezi hükümetle çatışmaya girdi. Haziran ve Kasım 2019’da kara çarşaf giyen yüzlerce kadın valilik binasını kuşatarak eylem yaptı. Ellerinde pankartlar taşıyan kadınlar, Müslüman Kardeşler bağlantılı Yemen Reform Partisi (El-Islah) ile iş birliği yaptığını öne sürdükleri vali Mahrus’un istifasını istedi. Bu siyasi yapı, güneyli entelektüellere ve siyasi figürlere yönelik 1990’larda gerçekleşen bir dizi suikast nedeniyle Güney Yemen’de nefretle anılıyor.
2020 yılının Nisan ve Haziran ayları arasında adaya gelen GGK’ye bağlı yüzlerce paralı asker, yerel yönetime karşı bir darbe yaptı. Adanın en kalabalık kenti Hadibu dahil olmak üzere bütün kritik noktaları ele geçiren silahlı gruplar, direnenleri caydırmak için saatler boyunca havaya ateş açtı. Vali Mahrus deniz yoluyla Umman’a kaçtı ve adayı resmi olarak üç yıl boyunca WhatsApp üzerinden yönetti. Bu süreçte, GGK’ye bağlı bir Sokotralı olan Raafat Al-Thuqli, BAE’nin desteğiyle adanın gayrıresmi yönetimini üstlendi. Husilere karşı yürütülen savaş nedeniyle büyük ölçüde zayıflayan merkezi hükümet, Al-Thuqli’yi 2023 yılında resmi vali olarak atamak ve valilik bütçesini devretmek zorunda kaldı. Yeni dönemde, Abu Dabi’nin müdahalesini ve otoriter yönetimi eleştiren gazeteciler ve aktivistler tutuklandı ve şiddet gördü. Barışçıl protestolar sert bir şekilde bastırıldı. Al-Thuqli, kişisel güvenliğini sağlamak için silahlı gençlerden oluşan bir koruma ekibi kurdu. Ancak koltuğu sallantıda. Birleşik Arap Emirlikleri adına faaliyet gösteren bir yardım kuruluşunu yöneten Halfan Al-Mazroui’nin adı sıkça gündeme geliyor. Al-Mazroui’nin, 2018’deki askeri çıkarmanın ve 2020’deki darbenin beyni olduğu söyleniyor. Halen Abd Al-Kouri adasında gizlice büyük bir havaalanı inşa ettirdiği iddia ediliyor. İnşaat, uydu görüntülerinde de açıkça görülebiliyor. Adadaki stratejik yağma, gözlemcilerin varsayımlar arasında kaybolmasına neden oluyor.