AYKUT KÜÇÜKKAYA
Soruşturmalar… İhraçlar… Gözaltılar… Tutuklamalar… Yeni yılın ilk ayında dalga dalga geldi… Siyasetçisinden gazetecisine; baro yöneticisinden sanatçı menajerine; belediye başkanından teğmenine “Kırmızı Ocak”ı yaşadık. Bolu Kartalkaya’daki otel yangınında 36’sı çocuk 78 insanımız ihmaller zincirinde gözlerimizin önünde yaşamını yitirirken elimizden bir şey gelmediği için kahrolduk. Ve böylesi ağır bir gündemde aylık gazetemizi yayına hazırladık. Baskı saatimize kısa bir zaman kala Çiğdem Mater’in yazısı elime ulaştı.Cezaevinden gelen bu satırlar son dönemde okuduğum en içten, samimi duygulardı. Sayfa düzenini bozma şansımız yoktu. Yazıyı da bir ay bekletemezdim. Bu ay köşemi Bakırköy Cezaevi’nden yazan Çiğdem Mater’e bırakıyorum…
Bu bir film değil, gerçek hayat…
ÇİĞDEM MATER
Okumaya başlayacağınız yazıyı, yazmamak için türlü numaralara başvurdum. Le Monde diplomatique Türkçe sağolsun, memleketteki hukuk, adalet, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi konularda ne düşündüğümü sormuş. Önce “Yazmam” dedim, sonra “Yazarım”, yazarım, yazmam, gittim, geldim, sonunda “Tamam yazacağım” dedim. “Yazmam” demem üşendiğimden ya da söyleyecek lafım olmadığından değil, sıkıldığımdan.
Çünkü gerçekten çok sıkıldım. Siz sıkılmadınız mı? Bence, memleket sınırları dahilinde, içeride ya da dışarıda, hepimiz çok sıkıldık ve sıkılmakta çok haklıyız, çok çok haklıyız.
Son bir haftada şu yazıyı yazmamak için, ödevini yapmaktan kaçınan liseli gibi yapacak bir sürü başka şey buldum kendime. İnanmazsınız cezaevinde de yapacak çok işiniz olabiliyor: Defterlerimi düzenledim, bulaşık, çamaşır yıkadım, odamı toparladım, kıyafetlerimi derledim, topladım, “yapılacaklar listemi” hale yola soktum, aslında hiç de ilgimi çekmeyen bir sürü köşe yazısı okudum, aslında hiç izlemediğim bir diziye takıldım, iç sesi kısık televizyonda alt yazıları takip etmeye kadar geldi. Ben yazıya başlamamak için türlü bahanelerin ardına saklanırken yaklaşık bir haftada, hakkında Rekabet Kurulu incelemesi olduğu duyurulan Ayşe Barım dört gün gözaltında tutulduktan sonra tutuklandı (Sahi diziden Gezi’ye nasıl geldik?), oğlunu tren cinayetinde kaybeden Mısra Öz’e “kamu görevlisine hakaret”ten dava açıldı (kamu görevlisi hâkim şikâyetçi değil, savcı ısrarcı), İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi Fırat Epözdemir tutuklandı (10 yıl önceki bir WhatsApp grubu nedeniyle), Uğur Mumcu cinayeti davasında Mehmet Ağar ifadeye çağrıldı (sahi, verecek mi ifade?), Ekrem İmamoğlu’na yaptığı bir konuşma nedeniyle, konuşmadan dakikalar sonra soruşturma açıldı (Çağlayan’da gündelik mesaisi televizyon izlemek olan savcılar olduğunu hayal ediyorum), ardından konuşmayı haber yapan gazeteciler gözaltına alındı, iki günün ardından Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş tutuklandı.
Ben bu yazıyı perşembe sabahı yazıyorum, siz okuyana kadar kim bilir neler eklenecek bu listeye, ben kim bilir neleri atladım, malum, cezaevinden olan biteni anlık takip etmek pek de mümkün değil.
İşte, tam da bu uzayıp giden listelerden çok sıkıldım. “Ama hukuk”, “ama anayasa”, “ama uluslararası sözleşmeler” diye başlayan kağıt üzerinde tamamen doğru ama gündelik hayatta hiçbir karşılığı olmayan cümlelerden çok sıkıldım. Gök kubbenin altında Türkiye’deki hukuk sistemine dair söylenmemiş söz kaldı mı? Bence kalmadı. Ne ekleyebilirim ki? Manası yok.
Çok tuhaf ve saçma zamanlardan geçiyoruz, yani, umarız geçiriyoruz, umarım kalıcı değil tüm bu yaşananlar. Memleketin hukuksuzluk tarihi elbette bizimle başlamadı, sırtımızda yüz küsur yıl var, yine de insan “Keşke bizimle bitse” diyor tabii ki. Ama, şimdilik gidişat feci. Hepiniz kendinizi bir sabah sanık sandalyesinde bulabilirsiniz (ben buldum, oradan biliyorum), bir gece yarısı demir bir kapı Silivri ya da Bakırköy’de üzerinize kapanabilir (Silivri soğuk ama memleketin diğer cezaevleri de sıcak değil yani), bir gün bir mahkeme salonunda, saçmalığın tam ortasında, bir mahkeme heyetine derdinizi anlatamazken bulabilirsiniz kendinizi. (Dinlemezler, karar zaten verilmiştir) Gitmediğiniz toplantıdan, çekilmemiş filmden, yayınlanmamış bildiriden, yapmadığınız telefon konuşmasından 18 yıl hapis cezası alabilirsiniz. (Ki, bunlar yapmış olsanız bile, suç değildir, o ayrı) Hayat kurmacanın ötesine geçer.
Silivri cezaevini düşünün, yan yan görüş odalarında avukatlarıyla görüş yapan insanlar: Can Atalay, Seçil Erzan, Osman Kavala, Selçuk Kozağaçlı, Adnan Oktar, Ümit Özdağ, Ayşe Barım, Bekir Kaya, Kerimcan Durmaz, Tayfun Kahraman, Ahmet Özer, Rıza Akpolat, şimdi Suat Toktaş. Birkaç ay öncesine kadar Dilan Polat ve Bahar Candan da bu listedeydi, Hüda Kaya da. Benim diyen senaristin hayal edemeyeceği bir kadro, kabul edin!
Yaklaşık üç yıl önce ilk tutuklandığımızda herkese aynı şeyi söylüyordum: “Ya bu saçmalık hızla çözülür ve biz çıkarız ya da hepiniz yavaş, yavaş yanımıza gelirsiniz.”
Öngörümün gerçek çıkmasından zevk alacak halde değilim, bu bir film değil çünkü, gerçek hayat. Benim diyen senarist yazamaz içinde debelendiğimiz hakikati. Gerçek hayat bu. Hayatlarımız yüzlercemiz binlercemizin hayatı. Bunca hukuksuzlukla baş etmeye çalışan binlerce insan. Haklılığımızla, neşemizi kaptırmadan olan bitene karşı duruyoruz ama günler, aylar, mevsimler geçiyor, hayat geçiyor.
Burada kesiyorum, çünkü işim var, Suat Toktaş’a kettle ve semaverde yapabileceği basit tarifler yazacağım, umarım hiç deneme fırsatı olamadan çıkar Silivri’den ama ola ki çıkamazsa, o tarifler gününü güzelleştirir, kendimden biliyorum.
(*) Kırmızı Pazartesi (İspanyolca: Crónica de una muerte anunciada), Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Gabriel García Márquez’in bir romanıdır. Asıl adı İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü’dür. Türkiye’de Kırmızı Pazartesi ismiyle okurla buluşmuştur. basılmıştır. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan kitapta, işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsü anlatılır.