İSMAİL CEM DOĞRU
Ahlak kavramının doğada bir karşılığı olup olmadığını tartışmayı felsefenin tekeline bırakmış olmak çözümün tükenişine yol açan sıkıntılar yaratırken, düşünmekten vazgeçen toplumların yapısında geri dönülmez değişimler ortaya çıkardı. Bu anlamda her uygulamayı ihtiyaçların biçimlendirdiği bir düzenek üzerinde sağlanacak uzlaşı, ahlak ve doğa ilişkisiyle ilgili kuşkuları ortadan kaldıracak derinliği yaratabilir. Bu durumda söz konusu kavramın, coğrafya, yetişme koşulları, güncel ihtiyaçlar gibi birbirinden farklı unsurların belirlediği ve bu ihtiyaçları karşılamakta zorlanan bir akış sürecini değiştirmek için ortaya atıldığı düşüncesini günlük yaşamdaki karşılıklarıyla ele almamızı hiçbir şey engelleyemez.
Toplumsal yaşantıda yaygınlık kazanan karşılıkları bakımından, etik algısının değişmesi mümkün olmayan bir yerleşke edindiğini düşüncesi tüm toplumu ikna etmişti. Sosyal alanlar yoluyla algı oluşturma gücünü elinde bulunduranlar, kültürel dokunun gücüyle, insan hamurunun niteliğiyle ya da benzer parametrelerle bu düşünceyi yerleştirmek için uzun süre gayret gösterdi. Kendimize kendi propagandamızı yapmamız artık garipsenmiyordu bile. Rehavetin her yeri işgal ettiği bir zaman aralığında birileri ortaya bir toplumun kaderini koyarak ahlak felsefesinin toplumsal yaşantı içinde sadece bir öneri olduğunu ve uymakla uymamanın yetkiyi elinde bulunduranın hayattan beklentileriyle biçimlendiğini bize kanıtladı. Dolayısıyla “evrensel ahlak ilkeleri” başlığıyla toplumsal yaşantıyı tanımlayan bir şablon oluşturmayı amaçlayan girişimler “ahlak, ben ne diyorsam o’dur” gibi erk odaklı irrasyonel söylemlerin güdümünde darmadağın edilmiş oldu. Bu durumda şu soruyu sormak kaçınılmaz hale geliyor: Uymayanı cezalandıramayan bir kural toplum için büyük bir tehlikeye değil midir? Ayrıca bu durum, söz konusu kuralın toplumsal yararına dönük tartışmalardan daha önemli bir sorunsalın kapılarını aralamıyor mu?
Kant’ın iki aşamada ele aldığı ilkeler her aşamada ahlak yasasını çiğneyenin kazanımlarını ortaya koyarken aslında bu durumu gizlemiyor. Bu yasayı yaşamın bir parçası haline getirenin kaybeden tarafta olması, hiç kuşku yok ki ilkelerin içeriğiyle ilgili değil. Bu ilkeye göre bir şey herkes için geçerli ise evrensel demektir. (1) Bunu kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma şeklinde açıklayan otokontrol esaslı yorumları doğru karşılıklar yaratıyor hiç kuşku yok ki. Ancak bunun kendisine yapılmasını istemediği için başkasına yapılmaması şeklinde örgütleyen modeller güç olgusunu eline geçirdiğinde bu gereksinimin geçerliliğini yitirdiğini düşüncesini de yadsımıyor. Bu yüzden kuvvetler ayrılığı gibi asla ihtiyacın tükenmediği bir gereksinim var hayatın dengesi için. Dolayısıyla bu ilkeye göre ancak gerekli koşullar sağlandığında yasa yürürlüğe girebiliyor. Eğer kişinin edindiği güç, ona yapılmasını istemediği şeyi engelleyebilecek derinliğe ulaşıyorsa, bu durumda boşa çıkan şey ahlak ilkesinin geçerliliği olmuyor mu? Yoksa ahlak denen edimi geçerli kılacak ayrıntı, kişinin kendisine yapılmasını istemediğini engelleyecek güce sahip olmasına rağmen başkasına uyguladığı adil tutumu sürdürme iradesi göstermeye devam edebilmesi değil midir? Eğer öyleyle ahlak bir çeşit irade yönetimi şemasıdır ve bu şemanın çevrimini tamamlaması pek çok ilkenin karşılık bulmasıyla sağlanabilir.
Bu durumda ahlak olgusunun kendine nerede yer bulacağı konusunda bir çıkmazla karşı karşıya kaldığımızı fark edebiliyoruz. Bir içselleştirme durumundan söz eden Immanuel Kant için şartların değişmesiyle yön değiştiren iç dinamikler yılgınlık yaratabilir. Kişinin yaptığı tercihlerin ona saygınlık kazandırması teziyle ortaya çıkan evrensel ilkelerin, güçle iradenin yer değiştirmesi karşısında etkisiz kalması ise kaçınılmaz. Özetle güce odaklanan insanın ahlak ilkelerini önemsiz gördüğü örnekler yaşamın ana ilkeleri içinde kendine yer bulacaktır. Örneğin siyasetin açmazlarını bu açıdan ele almak önemli. Çünkü bu alanda kurumsal çatı tamamen ilkelerden oluşuyor. Bu durumda sormak zorundayız: Bu alan açsından ahlak hangi özelliğiyle kendine yer bulmaktadır? Seçmenine yalan söyleyen bir siyasetçi bunu siyasetin gereği olarak açıklayabiliyor. Yalan söyleyen siyasetçinin seçmeni de bu yalanı öğrendiğinde aynı biçimde bunu siyasetin gereği olarak algılıyor. Yalan söyleyen bir siyasetçinin oy kaybına uğradığı örnekler oldukça az. Siyasetçi ne zaman oy kaybediyor? Ekonomik tablo bozulduğunda. Yani geniş kesimlerin çıkarına uygun düşmeyen hamleler yapıldığında oy kaybı ortaya çıkıyor. Ancak etik ilkeler oy kaybına yol açmıyor.
Aynı şeyin farklı alanlarda da geçerliliğini koruduğunu gözlemleyebiliriz. Bir spor karşılaşmasında da etik ilkeler ancak teşvikle elde edilmeye çalışılıyor ve burada da kazanmak için her şey geçerli. 15. yüzyılın ikinci yarısında, İngiliz turnuvalarında “fırsat eşitliğini korumak” düşüncesiyle geliştirilen uygulamalar, gelinen nokta itibariyle etik ilkelere uymanın ödüllendirildiği bir şablona evrilmiş oldu. William Shakespeare’in İngiliz diline kazandırdığı “Fair Play” kavramının, Gillmeister’in belirttiği üzere spor diline 18. yüzyılda girmiş olsa da kazanmak için her yolu deneme düşüncesini bertaraf edecek ilkesel ve kalıcı önlemler getiremediği anlaşılıyor.(2) Brase’nin sözünü ettiği Public Schools’ta başlayan “reform hareketleri çerçevesinde, eğitimde sporun ve sporda Fair Play’in ön plana çıkarılması” düşüncesinin Fair Play ilkelerinin gelişmesi ve yaygınlaşmasında belirleyici bir rol oynadığı düşüncesi göreceli bir temenni olmaktan ileri gidemiyor. Çünkü bugün her alanda kural ihlalinin cezalandırılması sürecinin tartışıldığı ve ödülle ceza arasına sıkışmış bir ilkesel çıkmaz durumunun yaşandığı bir sürecin içindeyiz. Bugün kaybetme pahasına ilkeleri koruma dürtüsünün ödüllendirilerek kavramı geçerli göstermek suretiyle ilke üzerinden propaganda yapılmaya çalışılıyor ve bu mekanizmadan medet umuluyor. Oysa eski Alman milli futbol oyuncusu Paul Breitner’in sözleri konuyu özetlemektedir: “Gerek okul öğrencileri gerekse profesyonel lig oyuncuları için geçerli olmak üzere, şurası açıktır ki; rakibin bir gol atmasına meydan vermemek için, onu her türlü araçla engellemek, eğer sportmence yollarla yapılamıyorsa, bunu mutlaka bir faulle yapmak gerekir. Bir serbest vuruş, her zaman bir gole tercih edilir.” (3) Bu ifade güncel yaşamın ilkelerini de özetleyecek derinliğe sahip. Bir felsefe olarak etik değerleri içselleştirmiş bir toplum yaratılamadığı ortada.
Her şeye rağmen ahlak ilkelerinin yaşamımızda yer bulmasını zorunlu hale getiren durumların kaynağına inmek zorundayız. Çünkü bu durumu, yaşamın çatışması içinde güç dengelerini belirleme arzusu oluşturuyor. Bu durumda ahlakın savaşım sürecindeki karşılıklarına da bakmak zorundayız. Şu ana dek ortaya koyduklarımız savaşın dahi asgari bir ahlakı olması gerektiği düşüncesinin savaşı kazanmak için üretilmiş bir silah olduğunu göstermiyor mu? Peki o zaman ahlaki ilkeler neden ve kim için var? Aristoteles’ten başlayarak politikayı ve etik ilkeleri birbiriyle bağlantılı hale getirme çabası genel olarak rakibini psikolojik açıdan zayıflatmayı amaçlıyor. Çünkü savaşı ortaya çıkaran felsefenin ilk andan itibaren “doğal bir kazanma sanatı” şeklinde tanımlanmasıyla biçimlendirilmeye çalışıldığını görebiliriz. (4) Savaşı “düşmanı alt etme, ele geçirme” teorisi olarak ele alıp buna hizmet eden stratejiler açısından açıklayan ilkeler, pek çok düşünür tarafından savaş sanatı olarak tanımlanıyor. Onlardan biri de askeri stratejist ve filozof Sun Tzu… Milattan önce 6. yüzyılda “Savaş Sanatı” eserini yaratan Tzu’ya göre bu bir ölüm kalım meselesidir. (5) Savaşın, devletin bekası açısından hayati öneme sahip olduğunu belirtirken asıl amacın düşmanı bütünüyle ele geçirmek olduğunu söylüyor. Ancak savaşta, düşman ülkeyi tahrip derecesi başarıyı temsil etmeyeceğini de ekliyor. “Önemli olan yakıp yıkmak değil, düşmanın direncini veya motivasyonunu savaşmadan yok edebilmektir” diyen Tzu, kendince bir asgari ahlak ilkesi ortaya koymuş oluyor. Bugünkü ilkelerin daha gelişkin bulan var mıdır?
En büyük trajedilerden biri Machiavelli’nin içinde bulunduğu süreç açısından ortaya çıkıyor olabilir. Çünkü ona göre savaş gerekli hallerde başvurulabilecek ve her koşulda riskler barındıran bir uygulama. Ama bunu barışın istisna ve savaşın ise kural niteliği taşıdığı düşüncesine yaslayarak yapıyor ve sonunda zorunluluk bulunmadığında savaşın haklılığı olmadığı düşüncesini paylaşıyor.” (6) Oysa Machiavelli, bilindiği gibi, siyasetin ahlakla bağını koparan ve pragmatist siyaset anlayışının ortaya çıkmasına neden olan şahsiyetlerden biri olarak tarihte yerini almıştır. Ancak Skinner onun aslında yapmaya çalıştığı şeyin İtalya’nın ulusal birliğini sağlamak ve reel politikanın mantığını veya işleyişini ortaya koymak olduğunu düşünüyor. (7) Uzlaşmazlıkları çıkarlar açısından yönetilebilir hale getirmek, bir bakıma güç farkını stratejik açıdan işlevsel hale getirmek anlamına geliyor. Bu anlamda kurgulanan karmaşık politikalar, savaşla ilişkileri topluma meşru yönleriyle sunmakla ilgili çalışmaları örgütlüyor. Ama böyle düşünmenin önüne geçebilecek bir ilke henüz uluslararası toplumu ikna edebilmiş değil. Uluslararası toplum nükleer silah olduğu söylenerek işgal edilen ve milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği Orta Doğu coğrafyasındaki yanılgı açıklamalarını bile sorgulama ihtiyacı hissetmedi. O halde ahlak ilkelerinin varlık gerekçesi nedir tam anlamıyla? Üstelik Clausewitz’e göre savaş, politikanın sürdürülmesiyken… (8) Masumiyet dayanaklarını sürdürülebilir metotların ana unsuru olarak tanımlamayan bir yapı, etik ilkeleri sistemin bir parçası olarak nasıl görebilir ki? İhtiyaç halinde ahlak kartını masaya koyup istediğinde geri çekmeyi deneyimlemiş ve istediği sonucu almış bir yönetsel uygulama metodu için tüm kurallar erk unsurunun çıkarları açısından birer piyon görevi görmektedir.
Ahlak ilkeleri, doğal yaşamda yaratamadığı karşılıkları modern yaşamdan da esirgiyor. Ya da bir başka deyişle doğada karşılığı olmayan ahlak ilkelerinin modern yaşamda da pek karşılığı olduğu söylenemez. Bu ilkelerin meşru gerekçe arayışlarına ya da psikolojik oyunlarla rakibi çökertme stratejilerine aracılık yapmayı sürdürdüğünü tüm açıklığıyla görebiliyoruz. Ortaya atıldığı günden bu yana ahlak kötülük için kullanışlı bir argüman olarak varlığını koruyor. Bu durumda şunu konuşabiliriz: Hangi eksiklikler tamamlandığında ahlak, iyilik için bir argümana ve ara unsur olmaktan çıkıp ana unsura dönüşebilir? İnsana ait değer yargılarının geleceği de bu soruların cevaplarıyla doğrudan bağlantılıdır.
(1) Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi (Çev. İ. Kuçuradi), Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, Ankara, 2013, s.5-12
(2) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/292428 Söz konusu makale konuya ilişkin temel değerlendirmeler içermektedir. Etik ve fair play yaklaşımının tarihsel bağlantıları ve çıkış şekilleriyle ilgili aktarılan bilgiler dayanak kabul edilerek değerlendirmeler için kullanılmıştır.
(3) Paul Breitner’in ifadeleri genel olarak özendirme yönteminin içselleştirmenin yerini alamayacağını kanıtlaması bakımından önemli. Breitner’in ifadeleri yine https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/292428 linkindeki makalede yer alıyor.
(4) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1463974
(5) TZU, S. (2008). Savaş Sanatı, (çev. Adil Demir), İstanbul: Kastaş Yayınevi.
(6) MACHIAVELLI. (1999). Savaş Sanatı, (çev. Berna Hasan), İstanbul: Özne Yayınları.
(7) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/766429
(8) https://tasam.org/tr-TR/Icerik/3169/sun_tzudan_clausewitze_savas_anlayisinda_degisim – Carl Von Clausewitz’in Savaş Üzerine kitabı hakkında yapılan değerlendirme çalışması süreç içinde savaşın algılanma şeklyle ilgili değişimleri ve farklı yaklaşımları ortaya koyuyor. Ancak etik ilkeler açısından yaklaşımda bir değişim gözlemlendiğini düşünmüyoruz.