AGNÉS ALEXANDRE – COLLIER
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı… 1973 yılı bir umutla başlıyordu. Basın, Birleşik Krallık’ın 1 Ocak’ta Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) katılmasını neredeyse ağız birliği etmişcesine karşılıyordu: The Observer, ne olacağını anlatabilmek için “Avro rehberi” yayımlıyor; The Times, yeni süreci “muhteşem bir macera” diye tanımlıyor; Daily Mirror ise “İngilizlerin kendini beğenmiş insanlar olduğuna ve Tanrı’nın Manş Denizi’ni kendilerini yabancılardan ve onların komik alışkanlıklarından korumak için yarattığına inandığına dair hâlâ en ufak bir fikir varsa bile bugün o fikir ortadan kalkıyor!” yorumunda bulunuyordu. (1) Durum kötüye gidiyordu. Enflasyon yüzde 9.2’ye yükselmiş, İngiltere, en yüksek gayri safi yurt içi hasıla sıralamasında 11. sıraya kadar gerilemişti. (2) Avrupa’nın ekonomiyi kurtarması bekleniyordu, olmadı. Önce AB ile entegrasyonu ve ardından da Brexit’i atlatmayı başaran ABD ile özel ilişkilerden de vazgeçilmedi. (3)
Öte yandan, AET’ye girişle birlikte yeni bir siyasi yapılanma başladı. Soldaki muhalifler, uzun bir süre boyunca AET’yi zengin uluslardan oluşan kapitalist bir kulüp olarak gördü. Sağcı egemenlik yanlıları ise Fransız – Alman istilası olarak gördükleri AET’den korkuyordu. Ancak takip eden aylar ve yıllar boyunca Avrupa sorunu, Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi kamplarını yeniden yapılandırdı, yeni partilerin ortaya çıkmasına katkıda bulundu ve popüler basını hareketlendirdi.
Amerikan ‘Truva Atı’na karşı temkinli olan De Gaulle’den veto
Roma Antlaşması 1957’de imzalanırken temkinli Britanyalılar, Avrupalı komşularına basit bir ortaklık önerdi. Ancak topluluk, elde ettiği ilk ekonomik başarılar üzerine AET ile daha yakın ilişkiler kurmanın getireceği avantajları düşünmeye başlayan Harold Macmillan’ın (1957-1963) Muhafazakâr hükümetleri döneminde, bu öneriyi reddetti. Dönemin Dışişleri Bakanı Edward Heath’in öncülüğünde, İngiliz Milletler Topluluğu ülkeleri arasındaki ticari anlaşmaların topluluğa etkisi ve ortak tarım politikası üzerine iki yıl süren özenli müzakerelerin ardından, Charles de Gaulle 1963 yılında anlaşmayı veto etti. Amerikan “Truva Atı”na karşı temkinli olan Fransız Cumhurbaşkanı, 1967 yılında Harold Wilson’un İşçi Partisi hükümeti tarafından yapılan başvuruyu da reddetti.
Muhafazakârlar 1970’te iktidara döndüğünde, başlarında Avrupa yanlısı biri, Paris’te ise Georges Pompidou gibi diyaloğu yenilemeye istekli bir muhatapları vardı. Edward Heath’in ne imparatorluk sonrası nostaljiye ne de ABD ile “özel ilişki”ye bir bağlılığı vardı. Muhafazakârların “Avrupa partisi” olduğu iddiasında bulunduğu, İşçi Partisi’nin ise genel olarak “ortak pazara” düşman olduğu bu ortamda Avrupa sorunu, sağ – sol ayrımıyla uyumlu görünüyordu. AB’ye katılım fikri üzerine 28 Ekim 1971 günü parlamentoda yapılan oylama, her iki kampın içindeki ayrılıkları da ortaya çıkardı. Birleşik Krallık’ın Avrupa bütçesine katkısı gibi temel sorunlar ise hâlâ çözülmemişti.
Üyelik koşullarının yeniden görüşülmesi ve ilk referandum
İşçi Partisi, 1974 seçimlerini büyük bir farkla kazandı. Partinin programı, üyelik koşullarının AET ile radikal bir şekilde yeniden müzakere edilmesini ve alınacak sonuçların, Downing Street 10 numaraya yerleşmelerinden bir yıl sonra halk oyuna sunulmasını öngörüyordu. Başbakan Harold Wilson, AET’den sadece birkaç taviz elde edebildi. Nisan 1975’te Avam Kamarası’na sunulan anlaşmaya 145 İşçi Partili milletvekili ret oyu verdi. Wilson’un partisinden sadece 138 milletvekili anlaşmayı onayladı. Anlaşma, ancak Muhafazakârlar ve Liberallerin desteğiyle geçirebildi.
“Sizce Birleşik Krallık Avrupa Birliği’nde kalmalı mı?” 5 Haziran 1975 tarihinde yapılan referandumda halka sorulan soru buydu. İşçi Partisi’nin büyük bölümünü, sağın da sağında yer alan kanadın göçmen karşıtı karizmatik figürü eski milletvekili Enoch Powell’a yakın olan bir avuç Muhafazakâr, çok sayıda sendika ve İskoçya ile Galler’deki milliyetçi partilerden oluşan Ulusal Referandum Kampanyası (NRC), Muhafazakârların büyük çoğunluğu, Liberaller ve İşçi Partisi içindeki sağcıları bir araya getiren “Avrupa’daki Britanya” oluşumunun karşısında “hayır” oyu verilmesini savundu. İş dünyası ve basının desteğiyle referandumdan yüzde 67 gibi büyük bir oranda “evet” oyu çıktı.
Ekonomi için dönüm noktası ve IMF’nin talimatları
Halkın Avrupa tercihi, kötüleşen ekonomik durumla birleşince ilerici kamp içindeki güç dengesi ilk kez değişti. Maliye Bakanı Denis Healey, nisan ayından itibaren tasarruf önlemleri uygulamak zorunda kalmıştı. Başbakan ise 10 Haziran günü, son derece müdahaleci olan Sanayi Bakanı Anthony Benn’in yerine daha temkinli olan Eric Varley’in getirileceğini açıkladı. “Hayır” kampanyasının en ateşli destekçilerinden biri olan Benn’in, referandumda “evet” kararı çıktıktan birkaç gün sonra görevden alınması dikkat çekiciydi. (4) Bu değişiklik ekonomi için bir dönüm noktası oldu. İşçi Partisi, işverenlere planlar dayatmaktan vazgeçti, sendikaları ise ücretleri ılımlı hale getirmeye çağırdı. (5) Harold Wilson 1976 yılında sağlık nedenleriyle görevi bırakınca yerine, sadece bir önce yıl AET’ye katılım koşullarını yeniden müzakere eden Dışişleri Bakanı James Callaghan geçti. Hükümet içindeki “hayır” yanlılarının etkisizleştiren yeni başbakan, tasarruf politikasını sürdürmeye devam etti. Hatta, 1976 yılında başvurduğu Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) talimatları doğrultusunda kemer sıkma önlemlerini yaşama geçirmek zorunda kaldı. Kendi
partisinin solundan kopuş tamamlanmıştı…
Üç yıl sonra yapılan seçimi, Margaret Thatcher liderliğindeki Muhafazakârlar kazandı. Yeni Başbakan, geniş bir pazar ve liberalizm vaadi olarak gördüğü Avrupa ile uzlaştı. Şubat 1975’te partisinin lideri olduktan sonra “Avrupa için büyük bir evet” çağrısında bulunmuş ve savaş sonrası uzlaşıdan, refah devletinden ve Keynesyen politikalardan kopma sözü vermişti. Thatcher bu programı 1983’te yeniden seçilinceye kadar uygulamamış olsa da, James Callaghan’a karşı kazandığı zafer, ilerici kampı ikinci kez yeniden yapılandıran başka siyasi çalkantılara neden oldu.
İşçi Partisi yavaş yavaş Avrupa davasına yaklaşıyor
Sol, İşçi Partisi’nin kontrolünü yeniden ele geçirdi. 1980 sonbaharında düzenlenen Blackpool Kongresi’nde, AET’den ayrılma yönünde bir önerge kabul edildi. Bu girişimi destekleyen Michael Foot, aynı yılın Kasım ayında partin başına geçti. Bunun üzerine, İşçi Partisi içindeki sağcı kanadının önde gelen üç ismi; David Owen, William Rodgers ve Shirley Williams, Guardian gazetesinde AET karşıtı karşıtı önergeye tepki gösteren bir açık mektup yayımladı. Eski İşçi Partisi Maliye Bakanı Roy Jenkins’in de katılımıyla “Dörtlü Çete”yi oluşturdular ve 25 Ocak 1981’de Sosyal Demokrat Parti’nin (SDP) kuruluşunu resmileştiren “Limehouse Deklarasyonu”nu imzaladılar. Biri Muhafazakâr olmak üzere Avam Kamarası’nın 14 üyesi, Avrupa Topluluğu ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) olan bağlılığını beyan eden partiye katıldı.
Haziran 1983 seçimlerinde aday çıkaran parti, İşçi Partisi’nin ezici bir yenilgi almasına katkıda bulundu. Ancak bu yenilgi esas olarak, Margaret Thatcher’ın 1982’de Arjantin’e karşı Falkland Savaşı’nda kazandığı zafer sayesinde topladığı prestijden kaynaklanıyordu. Üç milyondan fazla kişinin işsiz olduğu, işsizlik oranının AET üyesi ülkelerin ortalamasının iki katına yükseldiği felaket durumdaki ekonomik duruma rağmen Falkland’da kazanılan zafer, tek taraflı nükleer silahsızlanmayı destekleyen ve Troçkist militanlara yakın olan Michael Foot karşısında Thatcher’e belirleyici bir avantaj sağlamıştı. Ekim 1983 düzenlenen Brighton Kongresi’nde Foot’un yerine Neil Kinnock geçti ve bu yeni liderle birlikte İşçi Partisi yavaş yavaş Avrupa davasına yaklaştı.
Sağ ise Avrupa ile arasına mesafe koymaya başladı. 1980’lerde esasen retorik olan bu uzaklaşma, sonraki on yılda daha belirgin hale geldi ve Muhafazakâr kamp içindeki güç dengesini altüst etti. Margaret Thatcher görevdeki ilk döneminde, Birleşik Krallık’ın AB bütçesine katkısını azaltmaya çalışan ılımlı Avrupacı selefleri İşçi Partili Wilson ve Callaghan’ın izinden gidiyordu. Birleşik Krallık’ın AB bütçesine yaptığı katkının 1984’te yüzde 60 oranında azaltılmasını sağladıktan sonra, Avrupa tek pazarının kurulmasının önünü açan 1986 tarihli Avrupa Tek Senedi’ni imzalamayı kabul etti ve 8 Ekim 1990’da sterlinin Avrupa Para Sistemi’ne (EMS) katılmasına karşı çıkmadı. (6)
Thatcher’dan Brüksel’e sert federalizm eleştirileri
Ancak Thatcher, görevdeki son döneminde Avrupa projesine yönelik eleştirilerini sertleştirmeye başladı. O dönemde Jacques Delors başkanlığındaki Avrupa Komisyonu tarafından desteklenen Avrupa sosyal modeli ilkesi, İngiliz sendikalarının desteğini kazandı. 1988’deki ünlü Bruges konuşmasında, daha liberal ve hükümetler arası bir Avrupa anlayışını öven Thatcher, sözlerini federalizm ve Brüksel’in teknokratik sürüklenişine yönelik şiddetli eleştirilerle tamamladı. Konuşma, Avrupa yanlısı Geoffrey Howe ve Michael Heseltine de dahil olmak üzere hükümetinin bazı kilit üyelerinin öfkesini uyandırdı. Bu iç anlaşmazlık Thatcher’ın Kasım 1990’da düşüşüne yol açtı.
Yerine Ekonomiden Sorumlu Bakanı John Major geçti. Major, 7 Şubat 1992 günü Maastricht’te Avrupa Birliği Antlaşmasını imzaladı. Ancak Thatcher vizyonunun destekçileri antlaşmanın parlamento tarafından onaylanmasını engellemeye çalışıyordu. Ülkenin bir kesimi de Avrupa’ya karşı harekete geçmişti. Bu hareket, başta Rupert Murdoch’un gazeteleri olmak üzere popüler basını ve bazıları Fransız-İngiliz milyarder James Goldsmith gibi iş adamları tarafından desteklenen denekleri bir araya getirdi. Ertesi yıl, Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) kuruldu. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aday çıkardılar ve yirmi yıl sonra Strazburg’daki en büyük İngiliz partisi haline geldiler.
‘Kalmak’ ve ‘ayrılmak’ isteyenler arasındaki kutuplaşma
Tony Blair (1997-2008) ve ardından Gordon Brown (2008-2010) liderliğindeki İşçi Partisi, – ortak para birimini kabul benimsemeden – gönülsüz de olsa Avrupa’yı kabul ederken, Maastricht için verilen mücadele sağda giderek güçlenen bir hareketin başlangıç noktası oldu. (7) 2010 yılında iktidara dönen Muhafazakâr Parti’nin lideri, yeni Başbakan David Cameron, daha önce benzeri görülmemiş bir dizi Avrupa karşıtı protesto ile karşı karşıya kaldı. Bu protestolar Cameron’un, Mayıs 2015’te yeniden seçilmesi halinde Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği üyeliğinin devamı konusunda bir referandum yapma sözü vermesini sağladı. “Kalmak” ve “ayrılmak” isteyenler arasındaki kutuplaşma tırmanırken sağ – sol ayrımı ortadan kalktı. İşçi Partisi’nden çok birbirlerine düşmanmış gibi görünen Muhafazakârların yürüttüğü uyumsuz kampanyanın ardından referandumda ortaya çıkan sonucu ise hepimiz biliyoruz. (8)
Avrupa konusu, 1973 yılında ulusal tartışmalara girdi ve tartışmanın kalıcı bir parçası haline geldi. Çünkü İngiliz partileri arasında her zaman derin bir bölünmeye neden olan iki konuyla ilişkiliydi: Ülkenin dünyadaki yeri ve devletin ekonomi ve toplumdaki rolü… Avrupa sorunu, bu iki konuyla o kadar yakından bağlantılıdır ki partilerin oluşumunda, siyasi aktörler arasındaki rekabette ve parti içi anlaşmazlıklarda bir faktör haline gelmiştir. Brexit, İşçi Partisi solunu kafa karışıklığına sürükledi. Avrupa’ya karşı kuşkucu tutumuyla tanınan radikal bir lider olan Jeremy Corbyn tarafından yönü değiştirilen genç ve kentli taban içinde yabancı düşmanı bir seçim gibi yorumlanan “ayrılma” seçeneği, Boris Johnson’ın söylemlerinin cazibesine kapılarak 2019’da karar değiştiren ülkenin kuzeyindeki İşçi Partisi’ne sadık seçmen tarafından desteklendi. (9) Muhafazakârlar açısından ise bu referandum, Avrupa yanlısı son milletvekillerinin de uzaklaştırılmasına ve davaya tamamen bağlı yeni üyelerin seçilmesine yol açtı.
İster memnuniyetle karşılansın isterse de kabullenilmek zorunda kalınsın, Brexit konusunda artık bir uzlaşı var gibi görünüyor. Avrupa konusu, 2023 Britanyasında artık siyasi tartışmaların konusu olmayacak. (10) Ancak bugün göç meselesi ve İskoçya ile Kuzey İrlanda’nın geleceği konusuyla birlikte ortaya çıkan kimlik gerilimleri, bu tartışmanın kalıcı sonuçlardır.
YAZAR: Burgundy Üniversitesi’nde çağdaş İngiliz uygarlığı profesörü
ÇEVİRİ: ADA KÜÇÜKMETİN
(1) Dominic Sandbrook, State of Emergency. The Way We Were: Britain, 1970-1974, Penguin, Londra, 2010.
(2) Jim Tomlinson, The Politics of Decline. Understanding Post-War Britain, Longman, Harlow, 2000.
(3) Bkz. Alexander Zevin, “Malgré le Brexit, introuvable souveraineté britannique”, Le Monde diplomatique, Şubat 2023.
(4) Bkz. Anthony Benn, “Quand la gauche travailliste dénonçait Bruxelles”, Manière de voir, n°153, “Royaume-Uni, de l’Empire au Brexit”, Haziran – Temmuz 2017.
(5) J. Denis Derbyshire ve Ian Derbyshire, Politics in Britain. From Callaghan to Thatcher, Chambers, Edinburgh, 1990.
(6) “Euroscepticism under Margaret Thatcher and David Cameron: From Theory to Practice”, L’Observatoire de la société britannique, n°17, 2015, https://journals.openedition.org/osb/
(7) La Grande-Bretagne eurosceptique? L’Europe dans le débat politique britannique, Editions du Temps, 2002.
(8) Brexit sonrası kutuplaşma hakkında daha fazla bilgi için: Pauline Schnapper ve Emmanuel Avril (2019), Où va le Royaume-Uni? Le Brexit et après, Paris, Odile Jacob; Sobolewska, Maria & Ford, Robert (2020), Brexitland Identity, Diversity and the Reshaping of British Politics, Cambridge, Cambridge University Press.
(9) Bkz. Chris Bickerton, “Pourquoi le Labour a perdu” (İşçi Partisi neden kaybetti), Le Monde diplomatique, Şubat 2020.
(10) Bkz. Marc Lenormand, “L’été indien du mécontentement britannique” (İngiliz hoşnutsuzluğunun Kızılderili yazı), Le Monde diplomatique, Kasım 2022.