SADIK ÇELİK
Amerika’nın Obama’ya “Evet” dediği seçimler, siyahi ve beyaz adamın aynı otobüsün içinde yan yana oturamadığı günlerin çok ötesinde bir olgunluğun simgesi olarak hafızalara kazınmıştır.
Türk toplumunun derinlerine inildiğinde ise bu tür bir olgunluğa ulaşmanın hâlâ uzak olduğunu görebiliriz.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, tarih boyunca süregelen mezhep çatışmaları, sosyal ayrışmalar ve yarım kalan hesaplaşmalar…
Bu, Alevi kimliği taşıyan Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’de seçilmesinin neden bu kadar zor olduğuna dair kısa fakat önemli bir arka plan sunuyor. Ülkenin en büyük ve canlı fay hatlarından bir tanesi. Çok parçalı bir yapı, örgütlü ve politik olmayışı yalnızca inançsal temelde bir birlik oluşturabilmesi; CHP’nin doğal seçmen tabanına dahil olan Alevi kimliğinin zorlu yanlarıdır…
Toplumsal dokudaki derin çatlakların, çözülmemiş hesaplaşmaların ve yeterince yüzleşilmemiş gerçeklerin acı bir tezahürü.
Bu kapsamda, Kılıçdaroğlu’nun seçim başarısızlığı, salt bir politik analiz konusu olmaktan öte, ülkemizin sosyal ve tarihi derinliklerinde yatan daha büyük meselelere işaret ediyor. Asırlar boyu süregelen derin tarihi çatışmalara…
Tabii bu noktada bir Doğu toplumu olarak Türkiye’nin, cumhuriyetin kazanımları ve bu coğrafyada her şeye rağmen maya tutan laiklik sayesinde, mezhepçilik konusunda aslında epeyce yol kat etmiş olduğunu da yine Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğine rağmen aldığı yüzde 48’lik oy oranından okumak mümkündür.
Kısa bir tarih turu
Osmanlı’nın son dönemlerinde, dünyada yaşanan dönüşüm ve değişimin ışığında bir yenilenme çabası vardı. Ancak bu çabalar toplumun geniş kesimlerine ulaşmada yetersiz kaldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının devrimci ruhu, bu mirası dönüştürmeye yönelik büyük bir adım olarak görüldü. Ancak, bu süreçte de, tarihin derinliklerinden gelen sosyal ve mezhepsel çatışmaların üstesinden gelmek kolay olmadı. Atatürk’ün gidişiyle birlikte aydınlanma da yarım kaldı.
İnönü döneminde, Türkiye bir yandan modernleşme ve Batılılaşma çabalarını sürdürürken, diğer yandan II. Dünya, yani II. Paylaşım Savaşı, çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti’nin yükselişi gibi yeni siyasi dinamiklerle yüzleşti. Tüm bunlar CHP’nin giderek zorlaşan yolculuğunun perde arkasına dahil oldu.
Bu arada toplumsal ayrışmalar ve mezhepsel çatışmalar modern Türkiye’nin siyasi sahnesinde de hâlâ etkiliydi.
Demokrat Parti’nin, köylülerden, şehir ve kasaba eşrafından oluşan tabanı ve dini değerler ile savaşın getirdiği acıların üzerine kurulu politikasıyla elde ettiği seçim zaferi. Bunun karşısında; bürokratlar, elitler ve jakobenlerle özdeşleştirilen bir CHP.
Sonra 1960 darbesi, Türkiye’de her on yılda bir gerçekleşen askeri müdahalelerin ilki olarak, Süleyman Demirel gibi siyasi figürlerin önünü açtı.
1970 muhtırası, 24 Ocak kararları ve ardından gelen 12 Eylül 1980 faşist darbesi ülkenin üzerinden silindir gibi geçmiş, siyasi ve sosyal dokuyu derinden etkilemiştir.
1983’te siyasi partiler üzerindeki yasakların kademli olarak kalkması, Türkiye’nin siyasi sahnesinde yeni bir dönemin başlangıcını işaret etmiştir.
SHP’nin 1989’da elde ettiği yerel yönetim başarıları ise liyakatli ve de deneyimli kadroların eksikliği nedeniyle heba olmuştur.
Ekim 1989’da Paris’te toplanan Kürt Konferansı’na katılan SHP’den 7 milletvekilinin partiden ihraç edilmesi ve bunu takiben 1990’da, Fehmi Işıklar genel başkanlığında Halkın Emek Partisi’nin (HEP) kurulması, Türk siyasetinin önemli makas değişikliklerinden bir tanesi olmuştur.
1994’e gelindiğinde ise başta İstanbul olmak üzere 89’da elde edilen belediyelerin büyük çoğunluğunun kaybedilmesi önemli bir dönüm noktasıdır. Recep Tayyip Erdoğan, yüzde 25 oy oranıyla (İkinci parti olan Anavatan ve adayı İlhan Kesici yüzde 22, üçüncü parti SHP ve adayı Zülfü Livaneli yüzde 20 gibi yakın oy oranlarına sahipti) İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmiştir.
1995’te SHP’nin feshedilerek CHP’ye katılmasıyla gerçekleşen birleşme, partinin önünde yeni bir sayfa açmış, ancak köklü sorunların hemen çözülmesini sağlayamamıştır. Ayrıca kadrolar arası doku uyuşmazlığı problemi de kendini göstermeye devam etmiştir.
1995 sonrası, Türkiye’nin siyasi manzarası, ekonomik krizler, Avrupa Birliği ile ilişkiler, Kürt sorununa yönelik politikalar ve artan toplumsal kutuplaşma gibi çeşitli faktörlerle daha da karmaşık hale gelmiştir.
1999 genel seçimlerinde Deniz Baykal liderliğindeki CHP, yüzde 8.71 oy oranıyla seçim barajını geçemeyerek ilk kez TBMM dışında kalmıştır.
AKP yüzde 34 oyla 2002’de iktidara gelmiş ve Meclis’in yüzde 66’sını almıştır. DYP, MHP ve Anavatan Partisi baraj altında kalmış, seçimlerde verilen oyların yüzde 46’sı mecliste temsil edilememiştir!
Deniz Baykal başkanlığındaki CHP’nin oylarıyla kabul edilen anayasa değişikliği ve ardından tekrarlanan Siirt seçimlerinde AKP’li Mervan Gül’ün, Erdoğan’ın seçilmesine olanak sağlamak amacıyla adaylıktan çekilmesi, Erdoğan’ın milletvekili seçilmesi ve nihayet başbakanlık yolunun açılması… Tüm bunları takiben başlayan AKP iktidarıyla birlikte, kutuplaşma da demokrasi ve özgürlükler alanındaki endişeler de günbegün artmıştır.
2009 yerel seçimlerinde Baykal ile anlaşan Murat Karayalçın’ın CHP adayı olarak Ankara’da yüzde 31’e karşı yüzde 38 oyla Melih Gökçek’e kaybetmesi de önemli bir kırılma noktası olmuştur.
2013’teki Gezi Parkı protestoları, toplumun belli kesimlerindeki memnuniyetsizliğin ve taleplerin açık bir ifadesi olmuştur.
Bu süreç, siyasi alanın daha da polarize olmasına ve demokratik standartlar konusunda uluslararası endişelerin artmasına yol açmıştır.
2019 yerem seçimleri
2019 yerel seçimlerinde, özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde muhalefetin kazanması, toplumsal ve siyasi dinamiklerde önemli bir değişim sinyali olarak değerlendirilmiştir.
Kendi içinde “metal yorgunluğu”nu kabul eden AK Parti, seçmenin “artık bu kadar yeter” mesajıyla karşılaşmıştır. 1994’te yerel yönetimin ele geçirilmesi ve 2002’deki genel seçimlerle devam eden uzun yönetim dönemi, toplumu giderek artan bir umutsuzluğa itmiş ve bu süreç boyunca toplumda ciddi bir muhalefet potansiyeli oluşmuştur.
Ekrem İmamoğlu, özellikle İstanbul’da, adeta bir konjüktür adayı olarak ortaya çıktı. İsminin “İmamoğlu” olmasının bile tek başına, dindar kesimden destek almasını sağlamaya yetti.
“Hiçbir şey olmadıysa bile bir şey olmuştur” şeklinde öne sürülen trajikomik bir gerekçeyle tekrarlanan seçimler halkta derin bir mağduriyet duygusu yaratmış ve neticede bu kez 806 bin oy farkla İmamoğlu yeniden seçilmiştir.
İmamoğlu’nun belediye başkanı olarak ilk icraatlarından biri, kendi popülaritesini ve genel başkanlık potansiyelini ölçmek üzere araştırma şirketleriyle anlaşarak Kılıçdaroğlu ile kendisini adeta yarıştırmıştır. Bu hamle, parti içindeki dengeleri değiştiren ve Kılıçdaroğlu’nun liderliğine doğrudan bir meydan okuma olarak algılanmıştır. İmamoğlu’nun bu hamlesine ne Kılıçdaroğlu ne de etrafındaki kurmay heyeti itiraz etmiştir.
İmamoğlu’nun, parti içindeki bazı figürler tarafından desteklenmesi ve bu destekle kendi politik markasını güçlendirmeye çalışması, CHP içinde yeni bir çatışma ve rekabet alanı yaratmıştır. Karşısında herhangi ciddi bir karşı duruş veya itiraz görmeyen İmamoğlu da giderek sesini daha çok yükseltebilmiş, adeta gemi azıya almıştır.
İmamoğlu, İBB Başkanı olarak, CHP’nin yönetiminde olmayan şehirlerdeki ihtiyaç sahibi örgütlere destek çıkmış, oralardaki boş karınlara çalışmış, delegelerin büyük oranda belirlenmesini sağlamıştır.
Bu dönemde, partide İmamoğlu etrafında şekillenen bir grup, hem genel başkanlık hem de cumhurbaşkanlığı için onu bir aday olarak konumlandırmaya çalıştı.
Kılıçdaroğlu’nun yenilgisine genel bakış
Kemal Kılıçdaroğlu’nun politik sahnede sergilediği mücadele farklı yönleriyle hem CHP’nin hem de Türkiye’nin siyasi tarihine ışık tutan bir hikâyedir.
2023 seçimlerinde yüzde 48 gibi tarihi bir oy oranıyla kaybetmesi ve sonrasında partide yaşananlar, insanı ister istemez CHP’nin dününü ve bugününü gözden geçirmeye ve yarını hakkında endişelenmeye sevk ediyor.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2010 yılında, Baykal’ın kaset skandalıyla istifasının ardından genel başkanlık koltuğuna oturmasıyla CHP’deki 2010-2023 Kılıçdaroğlu dönemi başlamıştır.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun son genel seçimlerde aldığı yüzde 48, gerçekten de CHP tarihindeki en yüksek oy oranlarından biri olarak kayıtlara geçmiştir. Kılıçdaroğlu’nun, altılı masayı bir araya getirmesi ve bir arada tutabilmesi siyasi bir beceri örneğidir.
Ta ki Meral Akşener’in (başta bahsettiğimiz mezhepçilik fay hattının da etkisiyle) masayı devirme hareketiyle birlikte tüm dengeler altüst olana kadar. Akşener’in politik kariyerinde belki de en tartışmalı hamlelerden biriydi bu…
Aslında Akşener başından beri Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşıydı. Bunun mesajını uzun süredir veriyordu. Dolayısıyla Akşener’in bu biraz da beklenen çıkışı, siyasi arenada bir domino etkisi yarattı ve ittifakın oy oranları üzerinde doğrudan ve olumsuz bir etkisi oldu. Haliyle seçim sonuçlarını da etkiledi.
Kılıçdaroğlu’nun Akşener’e uzattığı destek eli, özellikle MHP’den ayrılış süreci ve sonrasında CHP’den aldığı milletvekili desteği sayesinde siyasi arenada önemli bir figür olarak yükselişini mümkün kılmıştır. Buna karşılık Meral Akşener’in uzlaşmaz tutumu ittifak içinde gerilimlere yol açmıştır.
Adeta siyasi bir “Diyet” öyküsü gibi…
Siyasette ittifaklar ve partilerin birbirine verdiği destekler kısa süre içinde tam aksi yöne evrilebilir ve bazen de beklenmedik sonuçlara yol açabilir. Bugünün parlayan yıldızı, yarının belirsizliğine bırakılabilir. Bunu unutmamak gerekirdi belki de.
6’lı masanın her bir bileşeninin ayrı ayrı seçime katılması, belki de daha stratejik bir yaklaşım olabilirdi. Zira, Gelecek Partisi, Saadet Partisi, Demokrat Parti, DEVA Partisi’nin tabanından Kılıçdaroğlu’na yeterli destek gelmediği gözlemlenmiştir. Eğer bu partiler kendi adaylarıyla seçime girseydi, tabanlarından kendi adaylarına doğal bir oy akışı sağlanabilirdi. Bu yapılmayınca, Kılıçdaroğlu’na gitmesi beklenen oylar, stratejik bir hata sonucu kaybedildi ve AKP’ye gitti. Bir nevi ciddi bir mühendislik hatasına düşüldü.
Tabii bu arada o gün oy oranları tek haneli rakamlarda, hatta yüzde 1’lerin altında kalan partilere verilen tavizleri de unutmamak gerekir…
Seçim sabahı, özellikle İmamoğlu ve Özgür Özel taraftarlarının daha “cenaze ortadayken”, kefen henüz kurumamışken Kılıçdaroğlu’nu suçlamaları, acımasız bir iç muhasebeye girişmeleri yanlıştı.
Gerçekte yapılması gereken ise CHP’nin neden kaybettiğini derinlemesine analiz etmek, tartışmak, sorgulamak olmalıydı.
Meral Akşener’in ittifakı baltalama hareketi, diğer partilerin yetersiz çabaları ve bazı CHP’li kadroların seçim sürecine yeterince samimi katılım göstermemesi, gönülsüz davranması, Sinan Oğan’ın Cumhur İttifakı tarafına geçmesi, Muharrem İnce’nin genel merkezde Kılıçdaroğlu’nu “yakışıksız” karşılaması, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığını hiçbir zaman içine sindirememesi gibi faktörler ve elbette Tayyibistan’ın müesses nizamı ile iktidar gücünün etkisi, seçimin kaybedilmesinde büyük rol oynadı.
Ayrıca bu mağlubiyette İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları Ekrem İmamoğlu’nun ve Mansur Yavaş’ın rolünü de unutmamak gerekir. Ne de olsa bu isimler de meydanlardaydı ve seçimin kazanılması halinde Cumhurbaşkanı yardımcısı olacaklardı… Mağlubiyetin sorumluluğunu üstlerine almaktan kaçınıp bir kenara çekilmeleri, suçu üstlerinden atmaları kabul edilemez. Eğer Kılıçdaroğlu “müzeye kaldırılacaksa” bu isimler de ona eşlik etmeli…
Tüm bu durumlar göz ardı edilerek, Kılıçdaroğlu hemen suçlu ilan edildi.
Kılıçdaroğlu’nun politik kariyeri, saf, temiz ve bürokratik bir geçmişten gelerek, siyasetin zorlu mutfağında kendine yer bulmuştur. Hesap uzmanlığı deneyimi, onun bilgi birikimini ve emeğini yansıtır. Devlet bürokrasisinde önemli roller üstlenmiş, SSK’da genel müdürlük yapmıştır.
Ancak…
Altılı masayı bir araya getirme başarısına rağmen, kendisi yerine Türkiye’nin sosyal yapısına ve siyasi olgunluğuna daha uygun bir adayı destekleme adımını atamamış, bu noktada siyasi hırsına yenik düşmüştür.
Bu da Kılıçdaroğlu’nun hata hanesine yazılabilecek davranışlardan bir tanesi olmuştur.
Eğer Kılıçdaroğlu ve yakın çevresi mevcut siyasi tabloyu daha net bir şekilde analiz edebilmiş ve geleceğe yönelik stratejilerini buna göre şekillendirebilmiş olsaydı, Başbakanlık pozisyonu için stratejik bir hazırlık içine girerlerdi. Nihayetinde, 6’lı masanın temel hedeflerinden biri, cumhurbaşkanlığı sisteminden uzaklaşıp güçlü bir parlamenter sisteme geri dönüş yapmaktı. Akşener’in “Ben Başbakan olacağım” şeklindeki iddialı beyanı da zaten bu dönüş arzusunu vurguluyordu.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Kılıçdaroğlu’nun bu vizyona uygun bir şekilde kendini ve partisini Başbakanlık için hazırlaması, stratejik bir öngörü olarak değerlendirilebilirdi.
Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanlığı için ülkenin geniş kesimlerinden destek alabilecek, karizmatik ve toplumun teveccühünü kazanmış, örneğin Yılmaz Büyükerşen gibi, Murat Karayalçın, hatta ve hatta daha büyük bir uzlaşı için Meral Akşener (Türkiye’nin ilk kadın Cumhurbaşkanı ünvanını da taşımış olurdu) gibi bir ismi öne sürerek, seçimlerden galip çıkabilir ve Türkiye bugün belki de çok farklı bir noktada olabilirdi.
Kılıçdaroğlu ve CHP o tarihte daha büyük bir vizyon göstermeliydi.
“Göz ola dağın ardını göre, akıl ola başa geleceği bile”…
İnsanları tanımanın üç yolu vardır: Aile içinde, ticarette ve siyasette.
Siyasette insanlar, birbirlerinin gerçek yüzünü görebilir. Ancak, tutarlılık ve sebatın olmadığı bir ortamda, ne siyasette ne de ticarette başarıya ulaşmak mümkün değildir.
Sağ siyaset bu konuda daha başarılıdır; daha tutarlıdırlar. Bir biat kültürüne sahipler. Bizde biat olmasa da (olmasın da!) tecrübe, liyakat ve doğru muhalefet yapabilmek önemlidir.
Kılıçdaroğlu, buzdağının sadece görünen yüzünü fark edebildi, görünmeyen yüzünü bilemedi, kontrol edemedi.
Tabii burada Kılıçdaroğlu’nun etrafındaki kurmay heyetinin onu doğru yönlendirememesinin de etkisini göz ardı etmemek gerekir. Özellikle adaylık sürecinde Kılıçdaroğlu’nu cesaretlendirmeleri, gerçeklerle yüzleştirmemeleri ve Kılıçdaroğlu’nun da kendini bu havaya kaptırması, bir hayli yanıltıcı olmuştur.
O güne kadar Kılıçdaroğlu’nun yanında görünen Veli Ağababa, Onursal Adıgüzel, Gökhan Günaydın, Seyit Torun, Mahir Başarır, Engin Altay, Bülent Tezcan gibi “çevrimiçilerinde dolap çeviren” isimlere (ki bu isimler tek başlarına değil bulundukları ilin, ilçenin, mahallelerine kadar örgütlenmiş yapılarıyla birlikte düşünülmelidir) karşı Kılıçdaroğlu’nun zamanında, atı alan Üsküdar’ı geçmeden, bu isimler kurultayda zaferlerini ilan etmeden önce uyanamaması da bu süreçte önemli bir etkendir.
İmamoğlu da bu sırada, CHP’nin örgütüne, taşra teşkilatlarına ve merkezdeki teşkilatlara “gecekondu” yaparak işe girişmiştir.
Yine Ankara’da, Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen gibi, Denizli milletvekili ve CHP Grup Başkanvekili Gülizar Biçer Karaca gibi kişliler kendi bulundukları bölgelerden kurultaya delege taşıyamamışlardır. Çünkü bu ve benzeri isimler kendi konforlu alanlarında ellerini sıcak sudan soğuk suya değdirmemişler ve yeterince çalışmamışlardır. Tabanda gerekli çalışmalar yapılmayınca, Özgür Özel ve İmamoğlu’na destek verenler bu boşluğu doldurmuştur. Nitekim kurultayda bunun ödülünü almışlardır.
Ne de olsa tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmazmış…
Kılıçdaroğlu’nun seçim kaybetmesindeki etkenlerden biri de, örgüt tabanında sevilen ancak sesleri daha az duyulan, ilkeli ve parti aidiyetine sadakatli isimlerin, örneğin 27. dönem Ankara milletvekili Servet Ünsal gibi figürlerin, milletvekili listelerine alınmamasıydı. Bu durum, bu değerli isimlerin örgüt içinde aktif olarak çalışma ve katkıda bulunma şanslarını kısıtlamıştır. Bu kişilerin siyasi figür olamamaları ve onlar yerine “ihanetçilerin”, adeta ödüllendirilir gibi liste başlarına konması, Kılıçdaroğlu’na en büyük darbeyi vurmuştur.
Son CHP kurultayı
Kılıçdaroğlu’nun seçim kaybı üzerine bir fırsat olarak görülen CHP kurultayı, partiyi ele geçirme ve “her şeyin güzel olacağına” dair bir yanılgı ve değişim türküsü merkezinde gerçekleşti.
Halbuki dereyi geçerken, yani yerel yönetim seçimlerine giderken at değiştirilmezdi.
Kılıçdaroğlu gibi siyasi bir figürün, partideki emeği ve katkısı göz ardı edilerek delegelerin teşkil edilmesiyle kurultayda adeta köşeye sıkıştırılması ve onurunun zedelenmesi, parti içi uyumu ve birlik ruhunu derinden sarstı. Kılıçdaroğlu, ilk turdaki seçimi az bir oy farkıyla kaybettikten sonra, stratejik bir kararla ikinci turda Özgür Özel karşısında yarışmamayı tercih etmeliydi. Bu, hem kendisi hem de partinin geleceği adına daha sağlıklı bir yol olurdu. Kılıçdaroğlu’nun, bu şekilde kenara çekilmesi, ona ve partinin tarihine yakışır bir uğurlamayı mümkün kılabilirdi.
Yapılan kurultay, adeta bir tiyatro sahnesini andırdı. Sahne ışıkları altında, Özgür Özel’e oy veren (İmamoğlu destekçisi) 185 İstanbul delegesi (ki İstanbulda toplam 195 kurultay delegesi vardı) kurultayın yönünü belirledi.
Ankara’daki kurultay delegelerinin belirlenmesi sürecinde, Alper Taşdelen’in yeterince çalışmaması ve Mansur Yavaş’ın CHP tabanından gelmemesi gibi faktörlere bağlı olarak örgüt içinde boşluk gözleniyordu. Bu durumu fırsat bilen Tekin Bingöl gibi isimler, Özgür Özel ve İmamoğlu destekçileri, Ankara’da etkin bir şekilde harekete geçerek, kurultay için güçlü bir destek sağladılar. Özellikle Çankaya Belediye Başkanı’nın örgüt üzerinde yeterince etkili olamaması, bu grupların Ankara delegasyonu üzerinde hakimiyet kurmalarına yol açtı ve istedikleri sonucu elde etmelerini sağladı.
Bu hamle, Kemal Kılıçdaroğlu için adeta siyasi bir tasfiyeye yol açtı. Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesi kaçınılmazdı.
Ancak İzmir, Adana, Elazığ gibi şehirlerden gelen destek, onun hâlâ partinin önemli bir kesimi tarafından desteklendiğinin bir göstergesiydi.
Kılıçdaroğlu’nun, parti içindeki muhalif dalgaların ve dışarıdan gelen saldırıların ortasında, kurultayın ilk turunda yalnızca az bir oy farkıyla mağlubiyete uğraması; geleceğe dair hâlâ bir umut ışığı taşıdığının kanıtıdır. Bu, gözleri kapalı olmayan herkes için açıkça görülebilir bir gerçektir.
Bu kurultay, aynı zamanda aslında CHP’nin dokusuna uymayan bir lider profilinin, İmamoğlu’nun, yükselişine şahitlik etti. Yeni jenerasyon, Machiavellist bir anlayışla, “kullanma ve kullanılma” üzerine kurulu bir siyaset anlayışını benimsiyor gibi görünüyor…
Ekrem İmamoğlu, Recep Tayyip Erdoğan’ın politik ve idari tarzını model alarak şekillenmiş gibi görünüyor. Onun güçlü yanlarını örnek alıp, zayıf yanlarını güçlendirerek kendinde toplamaya çalışan bir figür. Ancak Erdoğan’ın aksine, uygun zaman gelene kadar perdenin gerisinde durmayı tercih etmiş ve kendisine vekil olarak özgür Özel’i kullanmıştır.
Ancak ne yazık ki bu tutum Türk siyasetinde liderlik yapabilmek için kabul görmez, görmeyecektir.
Zira İBB başkanlığına geldiğinde, özellikle eleştirilen (5’li çete diye tabir edilen) müteahhit gruplarla ilişkilerini kesmeksizin, “Tam yol ileri” politikasıyla devam ettiği gözlemlenmiştir.
Tüccar bir aileden gelen İmamoğlu, iş insanı mantığıyla, kendi ekonomik ve politik çıkarlarına hizmet eden bir yapı inşa etmiştir.
Yerel yönetim adaylaştırma süreçleri
Yerel yönetim adaylaştırma süreçleriyle ilgili birkaç detaydan bahsetmeden önce şu ön notu düşmek doğru olacaktır:
12 Eylül darbesi sonrası oluşturulan seçim sistemi ve partiler yasası, Türkiye’deki siyasi partileri adeta lider odaklı yapılar haline getirmiştir. Bu sistemde, liderin sözü neredeyse yasa kabul edilir, ve parti içi demokrasi, genellikle göstermelik bir ritüele dönüşür. Bu yapıda örgütlerin ve kadroların emeği, çoğu zaman liderin karizması ve politik stratejilerinin gölgesinde kalır, onlar adeta meydanlarda figüran olarak kalır. Seçmenin tercihleri; kendi inançları, dünya görüşleri ve özellikle liderin sahiciliği, karizması ile şekillenir. Aidiyet duygusu, parti başkanı ve seçmen arasındaki bağın güçlü olmasını sağlar, bu da seçimlerdeki tercihleri belirginleştirir.
Yerel yönetim seçimlerinde de durum benzerdir. Burada da belediye başkan adayları konusunda genel merkez belirleyicidir. Bunun yanında, seçim kazanmak için halkın önüne konulan adayların kimlikleri ve kişilikleri de önemli rol oynar. Seçmenler genellikle belediye başkan adayının kişiliğine ve parti politikalarına göre oy kullanır. Parti ismi genellikle ilk tercih sebebidir. Ancak seçim kazanmak için asıl belirleyici faktör, adayın kimliği, bölge halkının nezdinde tanınırlığı ve kabulüdür. Meclis üyeleri hakkında seçmenler genellikle bilgi sahibi olmaz, ve bu isimlerin belirlenmesinde belediye başkanları, parti içi güç odakları ve parti genel merkezlerinin etkisi ağır basar. Bu sistem, örgüt ve kadroların gerçek anlamda bir etki yaratmasını engellerken, liderler ve onların politik manevraları ön plana çıkar. Bu durum, Türkiye’deki siyasi kültürde derin bir lider odaklılığı ve parti içi demokrasinin sınırlılıklarını ortaya koyar, ve seçmen ile parti kadroları arasında bir mesafe yaratır.
CHP’de ön seçim aslında olmazsa olmazlardandır. Ancak her dönem ”vakit dar” gibi gerekçelerle ön seçim yapılmamaktadır. Sadece zevahiri kurtarmak için kimi yerlerde eğilim yoklamalarıyla durum geçiştirilir. Tıpkı Sarıyer örneğinde olduğu gibi… Burada örgüte eğilim yoklaması yaptırılmış ve yalnızca 5 meclis üyesi seçme hakkı verilmiştir. O da ilk 5’ten sonraki kontenjanlar olmuştur. (İlk 5 İmamoğlu’nun adaylarına ayrılmıştır.)
Bir partinin genel merkezinin, genel başkanının, belediye başkanlarının kontenjanı elbette olmalıdır. Bu kontenjan için mimarlar, şehir plancıları, hukukçular, akademisyenler gibi çeşitli meslek gruplarından uzman kişiler tercih olarak kullanılmalıdır. Ancak örgüte, örneğin yüzde 70 kontenjan tanınıyorsa genel merkez ve belediye başkanları için de bu oran yüzde 20-30’lar civarında kalmalıdır.
CHP içindeki gerginliğin ve rahatsızlığın temelinde, örgütsel yapıya yeterince saygı duyulmaması ve örgütün karar alma süreçlerine yeterince dahil edilmemesi yatmaktadır. Özgür Özel’in ön seçim vaadine rağmen bu sözünün yerine getirilmemesi, bu huzursuzluğun körüklenmesinde kilit bir rol oynamıştır.
Ülkemizdeki yerel yönetimlerin adaylaştırma süreçleri bu gibi birbirinden trajikomik olaylara sahne olmuştur.
İmamoğlu’nun, Sarıyer’de belediye başkan adaylığını, Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Zeybek’e yakın isimlerden Mustafa Oktay Aksu’ya vermesinden sonra Gökhan Zeybek ile İmamoğlu arasında, Sarıyer’de ilk 5 belediye meclisi üyeliği konusunda anlaşmazlık çıkmış ve bu, İmamoğlu cephesinde de çatışmaların başladığını göstermiştir. Burada İmamoğlu’nun tutumu, Zeybek’e karşı adeta bir “şükran jesti” olarak değerlendirilebilir, ancak bu jestin altında yatan ironik ton, durumun gerçek mahiyetini, yani çatışma ve kırılmaları daha bir netleştirir.
Tüm Türkiye’de il, ilçe belediye başkan adaylıkları ve meclis üyelikleri yüzde 90 oranında Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel tarafından oluşturulmuştur.
Kılıçdaroğlu ile yan yana gelmiş veya tarafsız durmuş cesur yüreklerin hepsi, sanki bir Orta Çağ ritüelini hayata geçirirmiş gibi giyotinle kellelerinden edilmiş. Bir nevi siyasi infaz.
İmamoğlu – Özgür Özel ittifakı İstanbul’da ve tüm Türkiye’deki mevcut CHP’li belediye başkanlarını bir kenara itmiştir.
Neden hiçbir başarılı il ve ilçe belediye başkanı yeniden aday gösterilmedi? Çünkü bunların hepsi, İmamoğlu’na kurultayda destek vermemiş “suçlular” idi.
Aday olarak gösterilen isimler arasında, Adana’dan Zeydan Karalar gibi gerçekten saygıdeğer insanlar da var.
Hatay, mesela. Hatay’da CHP’ye kazandırmak öyle her babayiğidin harcı değil. Kırıkhan, Reyhanlı, Hassa gibi yerlerde “sol” bir adayın oy alması neredeyse imkânsız. Lütfü Savaş, oranın desenine uygun bir isim; Hatay için doğru bir adam. Seçim kazanmak istiyorlarsa, böyle adaylar bulunmalı. Ama burada da “adaylaştırılıp-adaylaştırılmayacağı” tartışmaları Hatay’daki seçimleri de zora sokmuş ve CHP merkez yönetimi burada da bindikleri dalı kesmiştir.
Mersin Belediye Başkanı da, çalışkan, ticaretin içinden gelen ve oranın dokusuna uygun biri.
İzmir’de ise son derece çağdaş, ileri görüşlü, namuslu, değerli bir siyasi figür olan ve İzmir’i gerçek anlamda kent yapmaya çalışan Tunç Soyer aday gösterilmedi. (Çünkü o da Kılıçdaroğlu’nu desteklemişti.) ”Nasıl olsa İzmir cepte,” diye düşünerek, Karşıyaka Belediye Başkanı’nın (Cemil Tugay) aday gösterilmesi uygun olmamıştır. Zaten yaklaşan yerel yönetim seçimlerinde de yeni adayın alacağı oy oranının Tunç Soyer’in gerisinde kalması beklenmektedir. Ancak muhtemeldir ki siyasette önü açık olan Tunç Soyer sazı şimdilik koynuna sokmuştur ve bir sonraki bahar için hazırlanacaktır.
İşte burada, partinin derinliklerinde yatan temel bir sorunla yüzleşiyoruz: Liyakat, bilgi-birikim, hafıza, akıl çoğu zaman, iç politik oyunlara feda ediliyor. Parti içi dayanışma, birlik duygusu, siyasi sadakat ve liyakat bu tür adaletsiz kararlarla erozyona uğruyor, ilkeler iç politikaya kurban ediliyor.
Ayrıca Sarıyer’de Şükrü Genç gibi, Ataşehir’de Battal İlgezdi gibi, “Koltuk varsa CHP’liyim, yoksa değilim,” mantığıyla hareket eden, CHP’den istifa edip bağımsız aday olan isimler de partiye zarar vermiştir. Kaçıp gitmek yerine kalıp mücadele etmek de bir yoldu…
Partide yaşanan tüm bu olumsuzlukların ve iç çalkantıların temel sebebi, Özgür Özel’in kurultayda ateşli bir şekilde verdiği, demokrasinin temel taşı olan ön seçimi olmazsa olmaz yapacaklarına dair namus sözüne uyulmamasıdır. Özgür Özel demokratik bir oyunun sözde şövalyesi kesilmiştir. Ancak açık ve şeffaf bir ön seçim yapılacağına dair verilen söz tutulmuş mudur? Hayır.
Kimi ilçelerde yapılan eğilim yoklamaları, ön seçimden ziyade hatır savmak için yapılan bir göz boyama taktiğinden öteye gitmemiştir. Kamuoyu yoklamaları ise adeta bir yanılsama şöleniydi.
Bu da parti içinde derin çatlaklara ve çatışmalara sebep olmuştur, huzursuzluk yaratmıştır. 31 Mart seçimlerini zora sokmuştur.
Ön seçim yalan olmuştur. Belediye başkan adayı ve meclis üyesi adayı gösterme noktasındaki temel kriter: “Kurultayda Ekrem İmamoğlu’nu mu yoksa Kemal Kılıçdaroğlu’nu mu desteklediniz?” olmuştur. Bu 40 satır mı 40 katır mı ikileminden kurtulmayı başaran Adana, Antalya, Mersin gibi büyükşehirlerde ise belediye başkanlarının yerine ikame edecek adaylar bulunamaması gerçeğiyle karşı karşıya kalınmıştır.
Bir de tabii “kendine çalışan”, görev süresi boyunca öznesi olduğu yolsuzluk ve suistimallerin ayyuka çıktığı, artık “mızrağın çuvala sığmadığı”, uzun dönemler belediye başkanlığı yapan ve bu sebeplerden dolayı haklı olarak aday gösterilmeyen isimler var. Bu da yukarıda saydığımı iki kriterin aksine doğru ve her daim kullanılması gereken bir başka kriterdir.
Ancak neticede süreç genel olarak bir “Kurultay sonrası ödüllendirme – cezalandırma” oyununa dönüştü. “O’cu Bu’cu krizi” olarak adlandırılabilecek derin bir kriz… İmamoğlu ve Özgür Özel’in partiye “kazandırdığı” bu yeni terimle, parti içi çatışmaların ve bölünmelerin yeni bir perdesi açılmış oldu böylece.
Ancak genel merkez yönetiminin, bu yöntemlerle baltayı kendi ayaklarına vurduklarının farkında olmadıkları görülüyor. Analitik ve duyusal algıdan yoksun bir yönetim anlayışı, parti içinde bir kaos ortamı yaratmış durumda.
Ve ironik olarak, bu durum AKP’nin ekmeğine yağ sürmektedir. Partinin altını üstüne getiren bu süreç, adeta bir self-sabotaj örneği olarak tarihe geçmeye adaydır.
“Değişim” sloganıyla yola çıkanlar, aslında sadece dekor ve koltuk değiş-tokuşu peşinde, algısını yaratıyor. “Ben oturayım sen kalk” zihniyeti, partiyi bir kavgalar arenası haline getiriyor. Halbuki gerçek değişim sadece yer değiştirmek değildir; liyakat, adalet, hukuk ve demokrasiyi esas almaktır.
Tam da bu noktada, CHP kadroları ile halk arasındaki derin uçurum kendini gösteriyor. Parti delegelerinden yöneticilere, parti meclisi ve MYK üyelerine kadar geniş bir yelpazede parti içi figürler, halkın doğrudan seçimine pek az yer bırakan bir yapı üzerine kurulu. Zaten mevcut partiler yasası ve seçim sistemi, halkın partilerin yönetimlerine doğrudan katılımını, büyük tuzaklar ve zorluklarla dolu bir labirente dönüştürmüş durumda..
Gelinen noktada halk, parti kadrolarının başarısı ya da çabası gibi gösterilenlere oy veriyor değil. Zira Türkiye gibi bir ülkede seçmenin kafasında kime oy vereceği zaten önceden kodlanmıştır.
Dile kolay; 1994’te yerel yönetimlerden başlayarak, 2002’de merkezi yönetimlerin dahil olduğu ve 2024’e kadar süregiden AKP yönetiminden bıkmış, alternatifsizlikten, huzursuzluktan ve umutsuzluktan yorulmuş bir durumda oy kullanmış ve kullanacaktır. Ekonomik sıkıntılar, derin yoksulluk, yüksek enflasyon ve işsizlik gibi sorunlarla boğuşan, laiklik ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sahip çıkmak isteyen vatandaşlar, değişim arzusuyla, önlerine konulan listelere kerhen, mecburen, “ehven-i şer” diyerek destek veriyor.
31 Mart seçimlerinde, vatandaşlar Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel’in belediye başkanlıkları ve meclis üyelikleriyle ilgili kararlarını oylayacaklar. Bu seçimlerde, 11 büyükşehir belediyesinin 15’e yükseltilip yükseltilmediği, 201 il ve ilçe belediyesinin 250’ye çıkıp çıkmadığı ya da büyükşehir belediyelerinin 10’un altına düşüp düşmediği ve 201 il ve ilçe belediyesinin 200’ün altına düşüp düşmediği gibi kriterler, başarı veya başarısızlık olarak değerlendirilecek.
Aileden CHP’li bir vatandaş olarak umuyorum ki CHP 31 Mart seçimlerinden güçlenerek çıkar ve AKP’nin etkisini azaltır. Bu, İmamoğlu ve Özel’in aldıkları kararların doğruluğunu gösterecek ve bizleri de onları desteklemeye teşvik edecektir. Ancak, eğer sonuçlar aksine olursa korkarım ki bu iki isim selin ağzından kütük kapma yarışına girecek ve bu durum partide daha da büyük bölünmelere yol açacaktır.
Bu noktada alternatif bir senaryo da olabileceğini düşünüyorum. 31 Mart seçimlerinin kaybedilmesi halinde (ki dilerim ve umarım böyle olmaz!) bazı arkadaşların kendilerini yenilgiye göre programlamış olduklarını, B planı doğrultusunda yeni bir parti kurma hazırlıkları içinde olabileceklerini öngörüyorum. Söz konusu öngörünün işaretlerini ise partiye, onun kurumsal yapısına ve ilkelerine bilhassa aykırı davranışlar sergilenmesinde görüyorum.
Bugüne dair bazı notlar
Yerel seçimler önemlidir. Bilhassa Türkiye’de siyasetin finansmanı (kayıt dışılığı bir kenara koyarsak) açısından kritik bir öneme sahiptir. Siyasetin finansmanının büyük bir kısmı yerel yönetimler, yani belediyeler aracılığıyla sağlanmakta, bu nedenle yerel yönetim seçimleri özellikle önem taşımaktadır.
Ayrıca, yerel yönetimler demokrasinin ilk adımı, temel taşlarından biri olarak kabul edilir. Ne yazık ki, Türkiye’de bu da yeterince anlaşılamamakta ve yerel yönetimlerin demokratik süreçteki kilit rolü yeterince değerlendirilmemektedir.
Şimdilerde, tarih tekerrür ediyor gibi…
2019 yerel seçimlerinde kazanılan zafer muhalefetin umutlarını yeşertti, ancak gerçekler biraz daha karmaşık.
Kılıçdaroğlu, yukarıda da sayılan, çevrimiçinde yakalanan kadrolar Truva atı misali bir stratejiyle hareket ederek, onun etrafını yavaş yavaş boşalttılar. Yanındakiler, hiçbir zaman gerçek bir ekip çalışması sergileyemediler. Bu süreçte Kılıçdaroğlunun kadrosu olarak gözüken pek çok isim esasında İmamoğlu ve Özel’in değirmenine su taşımakla meşguldü. Kılıçdaroğlu’nun ekmeğini ve kaymağını yiyen bu isimler Kılıçdaroğlu’na ihanet ettiler. Hançer yaraları hâlâ Kılıçdaroğlu’nun sırtındadır.
İmamoğlu ve bu kadrolar, mahallelerden başlayarak il, ilçe kurultay delegelerini belirlemiş, Kılıçdaroğlu’nu kurultayda devirmiş ve güçlerini taçlandırmışlardır.
İyi niyetle Kılıçdaroğlu’nun yanında olan arkadaşlar ise maalesef İmamoğlu ve Özel’ci ekipler kadar çaba sarf etmemişlerdir. “Nasıl olsa Kılıçdaroğlu kazanır” düşüncesine güvenmiş ve kurultayı hafife almışlardır.
Bu süreçte, İmamoğlu ve ekibi aslında büyük bir fırsatı kaçırdı. Cumhurbaşkanlığına göz kırpmak yerine, bütünüyle İstanbul’a odaklanabilirlerdi. Ancak, bunun yerine Kılıçdaroğlu’nun, “Sırtımdan hançerlendim” demesine yol açacak işler peşinde koştular.
İmamoğlu, İstanbul’da bir kez daha seçilerek meclis çoğunluğunu kazanıp, AKP’nin elini kolunu bağlamasından kurtulma fırsatını değerlendirseydi, durum farklı olabilirdi. Ancak o, hepsini bir arada götürmeye çalıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve CHP içindeki siyasi mücadeleye odaklanarak İstanbul’a gereken önemi vermedi ve şimdi, bu sekter tutumuyla kentteki başarısını riske atıyor. 31 Mart, bu stratejinin sonuçlarını göreceğimiz gün olacak.
Sadakatin ve politikanın acımasız dansı… Stratejik zeka ise sorgulanmalı.
İstifalar ve ertesi
CHP’nin içinde bulunduğu zorlu süreç, partinin temel ilkelerinden, kuram ve kurallarından, Atatürkçü, sosyal demokrat kimliğinden uzaklaştığı eleştirileriyle derinleşti.
Bu durum, uzun yıllar parti için çalışmış, Gürsel Tekin, Akif Kemal Akay, Soner Çetin ve daha ismini sayamadığımız çok sayıda şerefli, erdemli ve birikimli isim, CHP’nin hedeflerinden saptırılması, kişisel kariyer hedeflerine kurban edilmesi nedeniyle partiden istifa ettiler.
Erdoğan ve Bahçeli’nin bu ve diğer durumları politik malzeme olarak kullanması da (örneğin Erdoğan’ın, yerel seçim için yaptırdıkları anketlerde yapay zeka teknolojisinin kullanıldığını belirten Özgür Özel’e, “Belediye başkanı olarak kimi görmek istersiniz’ diye size değil yapay zekaya soranlara bu seçimde esaslı bir ders vermeye hazır mıyız?” şeklinde yüklenmesi) cabası ve elbette hiç şaşırtıcı değil.
İktidar, tüm varlığıyla seçim hazırlıklarına asılmış durumda. Devletin tüm avantajlarını ve medya gücünü maksimum düzeyde kullanıyor. Tayyip Erdoğan için İstanbul’un stratejik önemi ve bu kent için duyduğu tutku, seçimlere bir ölüm kalım mücadelesi gibi yaklaşmasına neden oluyor.
Buna karşılık CHP, ucu görünmeyen bir tünelin içinde, iç kavga ve hesaplaşmalarla yol almaya çalışıyor.
Erdoğan, muhalefetin dağınıklığına ve partideki iç çekişmelere rağmen, ekonomik zorluklar ve derinleşen yoksulluk gibi tehlikelerin farkında. Ekonomik dengeleri muhafaza etmek için seçime kadar eldeki tüm imkanları seferber ediyor.
İktidar cephesi bununla da kalmıyor ve son günlerde tehditler havada uçuşuyor.
MHP Elazığ Milletvekili Semih Işıkver’in, partisinin seçim irtibat bürosuna yapılan saldırı üzerine sarf ettiği, “Biz istemezsek bu şehirde hiç kimse bizden habersiz el broşürü bile dağıtamaz” ifadeleri, baskının ve kontrolün boyutunu gözler önüne seriyor.
Rize’de ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mitingi öncesinde yaşanan bir olayda, AKP Rize İl Başkanı Hikmet Ayar’ın, güvenlik gerekçesiyle bariyerlerden girişe izin verilmemesine karşı çıkışı ve polislere yönelik, “Haddinizi bileceksiniz ben il başkanıyım” demesi, iktidarın yerel düzeydeki güç gösterisini ortaya koyuyor.
Erdoğan’ın Ordu’daki konuşmasında, yerel yönetimlerin merkezi hükümetle aynı siyasi çizgide olmaması durumunda hizmetlerin aksayacağını ima etmesi, bu tehdit ve baskı dilinin sadece yerel düzeyde kalmadığını, merkezi yönetimin de aynı yöntemleri benimsediğini gösteriyor.
Yine Erdoğan’ın Hatay’da depremzedeler için yaptığı konuşmada verdiği mesajlar da aynı yaklaşımın çarpıcı bir başka örneğidir. Depremzedeler üzerinden bile politika yapılması, kendilerine oy verilmediği taktirde deprem bölgesinin ihtiyaçlarının karşılanmayacağının iması bile içler acısıdır. Deprem gibi büyük felaketler sonrasında bile yardımın, siyasi tercihlere göre şekillendirilebileceğinin açıkça ifade edilmesidir.
Tüm bu örnekler, yerel yönetimlerin özerkliğine ve halkın tercihlerine duyulan saygı eksikliğini gözler önüne sermekte, siyasi çekişmelerin vatandaşların temel hak ve hizmetlerine nasıl müdahale edebildiğinin altını çizmektedir.
“Biz varsak doğalgaz var, biz yoksak yok” şeklindeki ifadeler, hizmetin siyasi bir araç olarak kullanıldığının açık bir göstergesi.
Bu tür açıklamalar, iktidarın, siyasi uyum olmadığı takdirde hizmetin gelmeyeceği yönündeki genel tavrını pekiştiriyor, siyasi alanı daha da kutuplaştırıyor.
CHP’nin bugün karşı karşıya olduğu krizler, bir yandan Türkiye’nin derin fay hatlarının ve sosyal meselelerinin bir yansımasıyken, diğer yandan da partinin kendi içindeki çekişmelerin, ideolojik sapmaların ve liderlik savaşlarının bir sonucudur.
Ne olursa olsun, tarihin her dönemecinde, krizler aynı zamanda yenilenme ve dönüşüm fırsatları da sunar.
Dileğimiz; CHP için de bugünün zorlukları, yarının demokratik yenilenmesinin tohumları olsun.