ÜMİT ASLANBAY
Ali Sirmen, geçen hafta gazeteci ve sanatçıların aralarında olduğu hatırı sayılır bir kalabalık tarafından uğurlandı. Cenazeye katılanlar, onun entellektüel yaşamda, özel olarak medyada kalıcı izler bıraktığının yaşayan kanıtlarıydı.
Seksenlerin başında, mesleğe başladığım yıllarda onunla aynı kumaştan gazetecilerin sayısı çok daha fazlaydı. Zamanla azaldılar, artık neredeyse yoklar. 2017’de Sirmen’le yaptığım nehir söyleşinin önsözüne, “Gazeteci, olay ve tanıklığı aynı şiddette aynı anda sevebilen insandır” diye yazmıştım. Çünkü ikisinin arasında belirsizlik gazeteciliği öldürür.
“Olaya” tutku, “tanıklığa” duyulan haz, gazeteciyi bilim adamlarından da ayıran başlıca çizgidir. Her şeyiyle farklı iki formasyon. Bugün güncel medyada kaybettiğimiz de budur. Tanıklıktan çıkarak kendisi olay haline gelen gazeteciler (Gazetecinin aptalı kendisi haber olurmuş), “gazeteci” gibi konuşan bol keseden akademik ünvanlı, medya müdavimi (her gece ekran ekran gezen) bilim adamları! Sonuç şu: Bütün bunlarla birlikte, kavramlarla halvet olmayı, duyduğu her şeyi süzemeden tekrarlamayı, kelime oyunu yapmayı gazetecilik marifeti sanan kırma bir medya ordusu. “Tanık” olmayı unutmuş, karşı karşıya bırakılmış iki cepheden, gözü kapalı birbirine ateş ediyor!..
Ali Sirmen’in son ana kadar yazdıkları, gerçekte medyaya ait olmayan bu grotesk tablonun ilelebet süremeyeceğini anlatıyordu. Bugün ardından gelen bağımsız kalemlere, kazanacaklarına dair boş bir umudun ötesinde somut bir cesaret veriyordu. Sağlam nedenleri ve temeli var:
Türkiye’de 27 Mayıs kuşağı, dünyada 68 kuşağına denk gelir. Daha tanınır olan 68 kuşağının kavramsal olarak gölgelediği bu kuşak onunla iç içe yaşamıştır. Ali Sirmen’in Fransızca öğretim veren Galatasaray Lisesi’nin seküler ortamında kazandığı dünya bakışı, Türk ve Fransız literatürüne olan hâkimiyeti ile perçinlenmiştir. Nitekim, Hukuk fakültesi ardından doktora için de Paris’e gider. Henüz başlayan Mayıs 1968 olayları, onun “gazetecilik kaderi” olacaktır. Başkaldırının ana muhabere meydanı Quartier Latin’den, yaşlı bir Fransız kadının “bugünleri gördüm ya artık ölsem de gam yemem” sözlerini Akşam gazetesi muhabiri olarak Türkiye’ye iletecektir. Öğrencilerin üniversite işgalleri sırasında Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı, sonradan ünlü bir tiyatro yönetmeni olacak Mehmet Ulusoy’u da görecektir. Ulusoy ve diğer öğrenciler, ünlü Fransız tiyatro ve sinema oyuncusu Jean Louis Barrault’yu Odeon tiyatrosundan çıkarmışlardır. Mehmet’e “İyi halt ettiniz” diyerek yaptıklarını onaylamadığını, bunu bir tür “zıpırlık” olarak gördüğünü belirtir. Ama hemen ekler:
“Fransa’da, üniversite gençliği sistemin dışladığı insanlar olarak tavır koydular. Ama şöyle bir şey var. 68 olaylarının liderleri daha sonra siyasette yer aldılar. Fransa siyasetçileri öldürmüyor, o kadrolar daha sonra siyasette yer aldı. Bizim 68’liler ise idam edildi, öldürüldü, hayatları karartıldı.”
Sirmen’e göre, “68 olayları” dünyadaki genel dalganın bir parçası olarak Türkiye’de, Fransa’dan daha önce başlamıştı. Her ikisinin de etkileri çok büyük olmuştu. Farkları da buradaydı. Türkiye, 70’lerdeki öğrenci ve aydın kırımı ile birlikte, Sirmen’e de ilk cezaevi deneyimini yaşattı. Türkiye’nin 68’i, Fransa’dakinin aksine bitmemiş, genişleyerek sürmüştü. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile ikinci kez büyük bir kırım gerçekleşirken, Sirmen de üst üste iki kez daha cezaevine yollanacaktı. Suçu, Barış Derneği’ne üye olmaktı. Cumhuriyet Gazetesi’ndeki dış politika ağırlıklı yazılarına, cezaevinden “Samim Lütfü” takma adıyla devam etti. Herşeye karşın ayakta kalabildi. Türkiye’nin önde gelen 68’lilerinin ise ilerde Daniel Cohn Bendit, Michel Rocard ya da Joschka Fischer olmaları, idam edilerek ya da cezaevine atılarak önlendi.
Sirmen, Barış Derneği davasından mahkûm edildiği mahkemedeki o utanç anlarını şu sözlerle anlatır:
“Son derece aptalca açılmış bir davaydı. Dönemin simgelerinden biri haline getirdiler. Emekli büyükelçi, tabip odası başkanı, baro başkanı, tiyatrocular, ressamlar, gazeteciler, milletvekilleri… Tabii işkence de gördüler. 14 Kasım 1983’de dava karar aşamasına geldi. Duruşma yapılırken etrafımızda önlemler artmaya, çevremiz boşalmaya başladı. Belli ki mahkûmiyet kararı verilecekti. Ayağa kalktık, karar okundu. Sekiz yıl mahkûmiyet ve Afyon’a sürgün. Okunurken, birden bire her şey silindi gözümden, dizlerim titredi. Duyuyorum gayet net ama resmen dizlerimin üzerine çökeceğim. Tribünde de baldızım “Ayy” dedi, o çökmüş zaten. Ben ise bütün gücümü çökmemek için kullanıyorum. İnsan öyle oluyor. Tutuklandık bu kez Metris’e gittik. Diyarbakır Cezaevi ile kıyaslanamaz ama en kötüsüydü.”
Sirmen, bütün gücünü yaşamının sonuna dek çökmeden kullandı. Asla yenilmedi. O “özgün bir sosyalistti”. 1969 Mart ayında Paris’te sınavları vermiş ama tezini yazmamıştı. Onun tersine, “Ben doktora yapmak yerine Türkiye’ye döndüm, çocuk yaptım. ‘Devrim’ dünyaya geldi” diyen eşi Mine Sirmen’i şöyle tamamlamıştı:
“Zaten başka türlü de devrim yapacağımız yoktu!”
YAZAR: Gazeteci, yazar.
EDİTÖRÜN NOTU: Yazıda kullanılan fotoğraf, 1980’li yıllardaki Barış Derneği davasının bir duruşmasından. Deniz Teztel tarafından çekilen bu fotoğraf, Ali Sirmen’in oğlu Devrim Sirmen’in izniyle yayımlanmaktadır.