SEZGİN TANRIKULU
(CHP Diyarbakır Milletvekili)
Yargıyı siyasal bir araç olarak kullanmak AK Parti iktidarının artık “ustası” olduğu bir konu. İktidara geldikleri 2002’den beri siyaseti ve toplumu yargı eliyle dizayn etmeye çalışmak en istikrarlı şekilde başvurdukları yollardan biriydi. Bu yolla bir yandan siyasi rakiplerini elimine etmeye, onları olmayan suçların failleri olarak “kriminalize edip” siyaset dışı bırakmaya ve toplumsal muhalefeti ortadan kaldırmaya çalıştılar
Kobani davası bu yönüyle bakıldığında siyasi ve toplumsal mühendislik davaları arasında etki gücü en yüksek davalardan biri oldu. 2015 seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi’nin yüzde 13’lük oy desteğine ulaşması, AK Parti’yi tek başına iktidar olamaz hale getirmişti. AK Parti de bu seçimden sonra kullanmaya başladığı milliyetçi söylem ve güvenlikçi vurguyla, Milliyetçi Hareket Partisi ile ittifaka girdi. Diğer yandan da HDP’yi kriminalize etmeye ve “suçluymuş” gibi çerçevelemeye başladı. Toplumsal algıyı bu yönde biçimlendirirken, hukuki olarak da Kobani davasını kullandı.
Erdoğan ve ortağı için kullanışlı bir araca dönüştürüldü
Başladığı ilk günlerden bu yana hukuki herhangi bir tarafı olmayan, çoğunluğu uydurma veya ilgisiz delillere dayandırılan bir dava olduğu için konunun “hukuki” boyutunu konuşmak büyük ölçüde anlamsız. Ancak bu dava, başta Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, iktidar partisi ve ortağı MHP için son derece kullanışlı bir araca dönüştürüldü. Amaç, HDP üzerinden Kürtleri, toplumsal muhalefet ile buluşamaz, aynı hedefte birleşemez hale getirmekti. Kürtler, toplumsal muhalefetin bir parçası olmaktan uzaklaştırılarak “yalıtıldıkça”, AK Parti’nin iktidarı kalıcılaşacaktı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Parti’nin hemen her mitinginde ve sayısız konuşmasında bu davayı öne çıkardı; HDP ve Selahattin Demirtaş’ı bu dava üzerinden hedef gösterdi. Böylelikle de, milliyetçi / muhafazakâr söylemle, tüm muhalefeti “günah keçisi” haline getirip “şeytanlaştırarak” seçmenini konsolide etmeye çalıştı. Bu dava aracılığıyla, muhalefetin bir araya gelmesini, özellikle HDP’nin bir muhalefet bloku çatısında yer almasını da engelledi. Böylece toplam oy oranı kendi kurduğu milliyetçi / muhafazakâr Cumhur İttifakı blokunun önüne geçmiş olan muhalefeti de birbirinden ayrı tutmayı başardı. Bu açılardan Kobani davası siyasi ve toplumsal sonuçları üzerinden düşünüldüğünde AK Parti – MHP ittifakı için bir tür “kurucu dava” haline geldi. Gezi Davası’nın da benzer nitelikte bir diğer kurucu dava olduğunu söyleyebiliriz.
Erdoğan, iddianamesini yazdığı davada hükmü de verdi
Kobani davasının siyasi bir dava olduğu konusunda kimsenin kuşkusu yok; fakat AK Parti ve Erdoğan da bu davanın siyasi bir dava olduğunu göstermek için her şeyi yaptı. Erdoğan yargılamanın birçok aşamasında bizzat mahkemenin vereceği hükmü etkileyecek açıklamalar yapmaktan hiçbir şekilde geri durmadı. Daha 2018 yılında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Selahattin Demirtaş’ın tahliye edilmesi gerektiğine yönelik kararıyla ilgili, “AİHM’in verdiği kararlar bizi bağlamaz. Biz karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz” demişti. Geçen yıl da yine mahkemelere talimat verir gibi “Biz görevdeyken Selo içeriden çıkamaz” açıklaması yapmıştı.
Bu yaklaşımını davanın yerel mahkeme aşamasından sonra da sürdürdü ve henüz kesinleşmemiş, istinaf ve temyiz aşamaları dahi başlamamış olan bir dava için “İsyan girişiminden 10 yıl sonra, geç de olsa hakkın yerini bulduğunu görüyor, bundan da mağdurlar ve demokrasimiz adına memnuniyet duyuyoruz” diyebildi. Cumhurbaşkanı’nın hakkında böyle bir açıklama yaptığı bir davada artık istinaf ve temyiz mahkemelerinin hakkaniyete uygun bir karar vermesini beklemek mümkün değildir. Bu açıklamanın kendisi bizzat istinaf ve temyiz mahkemelerine “kararı onayın” talimatıdır. Demirtaş’ın dediği gibi Erdoğan iddianamesini yazdığı davada hükmü de kendisi vermiş oluyor.
Silahların eşitliği ilkesi tamamen göz ardı edildi
Tüm bunlarla bağlantılı olarak, Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nce yapılan yargılama, şekli olarak da hukukilikten son derece uzak kaldı. HDP’li siyasetçilerin hemen hiçbir talebi mahkeme tarafından kabul edilmedi. Binlerce lehe delil varken hiçbiri dikkate alınmadı. Yine binlerce lehe delil elde edilebilecekken bunların dosyaya dahil edilmesi açısından bir çaba sarf edilmedi. Aksine, bir takım uydurma gizli tanık beyanlarıyla yargılama yürütüldü ve sanık avukatlarının bu gizli tanıklara soru sorma hakkı dahi tanınmadı. Bu anlamda silahların eşitliği ilkesi tamamen göz ardı edildi. Davada yargılanan siyasetçilerin bu kapsamda yaptıkları reddi hâkim talepleri de gerekçe belirtilmeden reddedildi.
İktidar, tüm dava sürecinde davanın kamuoyundaki meşruiyetini sağlamak için medyayı her anlamda kullandığı gibi başta Diyanet İşleri Başkanlığı, Sağlık Bakanlığı, Ziraat Bankası, Et ve Süt Kurumu, Ticaret Bakanlığı ilgili ilgisiz çok sayıda kişi ve kurumu da müşteki sıfatıyla dahil ederek bu algıyı güçlendirmeye çalıştı. Ancak Kobani olaylarından mağdur olduğu iddiasıyla davaya dahil edilen bu kurumların iddialarını tarafsız ve bağımsız olamayan mahkeme bile teyit edemedi, zira tüm sanıklar kamuoyunda 6-7 Ekim olayları olarak bilinen olaylar nedeniyle yaşanan ölümler ile kamu kurumları ve bazı vatandaşların mallarına zarar verilmesine yönelik suçlamaların tamamından beraat etti. Nitekim cezalar da büyük oranda siyasetçilerin miting konuşmaları, katıldıkları gösteri ve yürüyüşler ile basına verdikleri demeçlere verildi. Esasen bu hususun kendisi, iktidarın Kobani davasını dayandırdığı tüm iddialarının ve güya hukuki temellerinin çöktüğünü göstermeye yeterli. Ancak ne Erdoğan ne AK Parti ne de iktidara yakın medya bu gerçeğin üzerinde durdu, tam aksine bu durumu kamuoyundan gizlemeye çalıştı.
Türkiye’de yargının turnusol kağıdı iki davadan biri
Kobani davası siyasi bir dava olarak bu yönleriyle ülke siyasetini şekillendirmede iktidarın elinde ciddi bir araca dönüşmüş durumda. Ancak yerel mahkeme 16 Mayıs’ta hukuka uygun bir karara imza atmış olsaydı bu araç ülkenin yeniden bir hukuk zeminine çekilmesi açısından bir başlangıca dönüşebilir, iktidarın hukuku kendi menfaatleri için kullanmasının önüne bir nebze de olsa geçebilirdi.
Elbette her mahkeme kararı gibi bu karar da istinaf ve temyiz aşamalarından geçecek. Ve eğer bu mahkemeler Erdoğan’ın açıklamalarını bir emir olarak telakki etmez ve dosyadaki “hukuki” delillere göre bir hüküm kurma yoluna girerse hâlâ geç kalınmış sayılmaz. Yargının şimdiye kadar çok kötü bir sınav verdiği bu davanın bundan sonraki aşamaları, Türkiye’nin bir hukuk devleti olma iddiasının da ya sonunu ilan edecek ya da bu iddianın korunduğunu, sahiplenildiğini gösterecek.
Bu da demokratik kamuoyunun davaya olan ilgisinin devam etmesine, bununla da bağlantılı olarak bugünkü şartlar dikkate alındığında bir ölçüde dahi olsa yargıyı iktidarın baskısından kurtarmasıyla mümkün olabilecek. Bu süreçte de elbette ülkenin AK Parti ve MHP’nin kötü yönetiminin karanlık tünelinden çıkmasını arzu eden, bunun için mücadele eden tüm siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve demokratik kamuoyunu oluşturan öznelere önemli sorumluluklar düşüyor. Siyasi iktidar nasıl ki bu davayı kendi istikbali için bir araç olarak kullanıyorsa; muhalefetin de bu siyasi davayı hukuki zemine çekerek ülkenin demokratik bir gelecek inşa edebilmesi için bir imkâna dönüştürmesi gerekiyor. Bu nedenle de, bir yanda Kobani ve diğer yanda da Gezi Davası, Türkiye’de yargının turnusol kağıdı rolündeki davalardır.