SADIK ÇELİK
Kavga, hakaret, suçlama… Yıllardır yukarıdan aşağıya, dilimizden, ruhumuza kadar işleyen bir zehir gibi… Herkesi esir alıyor.
Fatih Altaylı’nın Kılıçdaroğlu’na söylediği o acımasız sözler… “Vatan haini,” “AKP’nin piyonu,” ve daha neler neler… Son derece yakışıksız ve hadsiz açıklamalar. Altaylı’nın son dönemde, Kılıçdaroğlu’nun her ses getiren açıklamasına verdiği sert tepkiler, kaçınılmaz olarak karşı tarafta da sert bir yanıt doğuruyor. Kılıçdaroğlu, yıllarını AKP ile mücadeleye adamış biri; ona “AKP’nin adamı” demek oldukça ağır bir itham.
Aslında Kılıçdaroğlu, başkanlığı bıraktıktan sonra bir süre sessiz kalmayı tercih etti, ancak parti içinde ona karşı sergilenen tutum, onur kırıcı açıklamalar, saldırılar, yok sayıcı tavır hem parti hukukuna hem de “yoldaşlık hukukuna” aykırı davranışlar işleri bu noktaya getirdi. Zamanla insanların görüşleri, yolları ayrılabilir; kimse ilelebet aynı çizgide kalacak değil. Ancak kritik zamanlarda belli kararları birlikte aldıysanız ve bu kararlar yüzünden yola birlikte çıktığınız insanlar ağır suçlamalara maruz kalıyorsa, çıkıp “Biz o zaman şöyle bir ortak akıl yürütmüştük, hepimizin sorumluluğuydu”, diyebilmek gerekir.
Kılıçdaroğlu, Meclis’teki saldırılardan, şehit cenazelerinde maruz kaldığı organize saldırılara, suikast girişimine kadar pek çok zorlukla karşılaştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ciddi hakaretlerine, Bolu Belediye Başkanı’nın yine benzer şekilde “Otur oturduğun yerde, Anadolu’nun emeklisi” gibi seviyesiz söylemlerine maruz kaldı. Çubuk’ta neredeyse linç edilmek üzereyken bile, kendisine saldıranları affetti. Şimdi ise yalnız bırakılan Kılıçdaroğlu, öfkesine yenik düşüyor. Kendini geride tutan, dinleyen, anlamaya çalışan ve son derece bağışlayıcı bir kişiliğe sahip olsa da, o da etten kemikten bir insan olduğu için sabrının taştığı noktada, itiraz eden, öfkelenen bir kimlikle karşımıza çıkmak zorunda kalıyor. Medyada sesini duyurabileceği alanlar azaldıkça da öfkesi artıyor. Yine de cevap bile vermemeliydi kendisine hakaret edenlere, aslında bu işi partinin kurumsal yapısı üstlenmeliydi!
Çevrimiçi tertiplerle, 2010’dan beri yol yürüdüğü kişilerin onu yalnız bırakmasına rağmen kurultayda 17 gibi az bir oy farkıyla kaybetti Kılıçdaroğlu. Ayrıca unutmamak gerekir ki, Kılıçdaroğlu’nun kaybettiği bu kurultaya giderken şartlar eşit değildi. Evet, Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanı’ydı ama etrafındaki kurmay heyet onu yalnız bırakmış, arkasından iş çevirmiş, ihanet etmiş ve sırtından hançerlemişti. Buna rağmen Kılıçdaroğlu kurultayda İmamoğlu’nu divan başkanı yapmıştı. Oysa divan başkanının kurultayda rolü büyüktür. Kanaatimce; Kılıçdaroğlu açısından kurultayda alınan yenilgide, İmamoğlu’nun divan başkanı olması, delegeler üzerinde psikolojik bir etki yaratmış ve sonuç üzerinde belirleyici olmuştur. Tüm bu zorluklara rağmen, etkilenmiş, güce hizmet eden kurultay delegelerine rağmen Kılıçdaroğlu, siyasetin doğal mecrasında olmadığını bildiği bir süreçte dahi mücadele etti.
Bu nedenle, Kılıçdaroğlu’nun siyaset ve yönetim üzerindeki hakimiyetinin hâlâ güçlü olduğunu ve bu sürecin akamete uğramadığını ısrarla savunuyoruz. Kurultayı kazanan Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu ve ekibi, kaybedilen kurultayın ardından Kılıçdaroğlu’nun sessiz kalmasını, evine kapanıp siyasetten uzaklaşması gerektiğini düşünüyor ve bunu istiyor. Ancak bu, onca yıl genel başkanlık yapmış, siyasetin içinde onlarca yılını geçirmiş birine “Evinde otur, torun sev” demek gibi bir şey.
Bununla birlikte, parti içinde ağırlıklı olan bir başka görüş de var: Kılıçdaroğlu’nun CHP’de yönetsel misyonunu tamamladığı, ancak siyasal misyonunu henüz bitirmediği yönünde. Halbuki Kılıçdaroğlu, partiye şu anki ekipten çok daha hâkimdi; daha çok çalışıyordu, enerji doluydu ve sürekli gündemdeydi, gündem belirliyordu. Eğer yönetsellik, partiyi yönetmek ve ona hâkim olmak anlamına geliyorsa, Kılıçdaroğlu bu konuda şu anki genel merkeze kıyasla çok daha başarılıydı. Partiye hâkim olmanın da ötesinde, Altılı Masayı kurarak ülkenin bütün eğilimlerini bir araya getirme ve bir arada tutma becerisini gösterdi. Siyaseten ise Kılıçdaroğlu’nun söyleyecekleri henüz tükenmiş değil. Tam aksine, en birikimli dönemini yaşıyor ve partiye katacağı daha çok birikimi var. Şu anda ise parti bütünlüğünden söz etmek zor. Aksine partide iki başlı bir yapıdan bahsetmek mümkün. Bir tarafta partinin eski genel başkanı olarak Kemal Kılıçdaroğlu ve arkadaşları, onun tam karşısında ise Özgür Özel ve arkadaşları, Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları, Mansur Yavaş ve arkadaşları konumlanıyor.
Türkiye’nin doğu toplumlarına özgü karmaşık dinamiklerle şekillenen siyasi yapısında, kuralların ve sosyal demokrasinin, insan haklarının, hukukun, yalnızca ülkeyi yönetenler arasında değil, parti içinde de gücü ele geçirenler tarafından sıkça göz ardı edildiği bir gerçek. Gücü elinde bulunduranlar, kendi lehlerine her türlü imkânı kullanmaktan çekinmiyorlar. Bu durum, Kılıçdaroğlu’nun halen tamamlaması gereken bir misyonu olduğuna dair inancı güçlendiriyor. Onun siyasetten tamamen çekilmesini beklemek, hem parti hem de ülke adına ciddi bir kayıp olabilir.
Ayrıca; ülke bu kadar yangın yeriyken, ekonomiden özgürlüklere kadar her alan kan ağlarken, hak hukuk ihlalleri gırla yaşanırken, insanı çileden çıkaran olaylara her gün bir yenisi eklenirken Kılıçdaroğlu sessiz kalabilir mi? Sessiz kalması beklenebilir mi? Özgür Özel’in sözde yumuşama / normalleşme politikalarına karşı tepki vermemesi istenebilir mi ondan? Yıllarca ilmek ilmek dokuyarak bu noktaya getirdiği partide atılan yanlış siyasi adımlara kayıtsız kalması mümkün olabilir mi?
Ülkede insanlar yoksulluktan, 17 bin liralık asgari ücretle geçinememekten dolayı feryat ederken; tarladaki üretici de pazardaki tüketici de kan ağlarken, Fransa’da lüks içinde geçirilen zamanlar, özel uçaklar ve gibi astronomik fiyatlara kiralanan “İstanbul evleri” halkın gözünde büyük bir güvensizlik yaratmaz mı? Toplumun acısını, yoksulların çaresizliğini yüreğinde hissetmeyen, halktan kopuk bir yönetim algısı oluşmaz mı? Sosyal demokrat bir parti olarak CHP’nin bu tür görüntülerle özdeşleştirilmesi büyük bir tehlike arz ediyor. Partinin temel değerlerine de aykırı bir görüntü oluşturuyor.
Bugün Türkiye’de, anayasayı tanımayan ve dinlemeyen bir Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi var. Halk gerçekten inim inim inliyor; herkes mutsuz. Fiyat artışlarının hızına kimse yetişemiyor. İnsanlar sokakta konuştukları için tutuklanıyor; Dilruba isminde bir genç kız bu nedenle hapiste… Sosyal medya yasakları, sokak hayvanlarını hedef alan yasalar, düşüncelerin dikkate alınmadığı bir ortam… Can Atalaylar, Selahattin Demirtaşlar, Osman Kavala gibi isimler hâlâ içeride. Ülke zor koşullar altında, hükümet sistemi kontrolü kaybettikçe daha sert tedbirlerle yönetme gayretine giriyor. Böyle bir durumda ana muhalefet partisinin “normalleşme” adı altında pasif bir duruş sergilemesi, haklı olarak akla ziyan bir davranış olarak değerlendiriliyor.
Dönelim Kılıçdaroğlu’na yakıştırılan “vatan hainliği” meselesine. Bu kelimeyi duyduğumuzda zihnimizde ne canlanır? Bayrak? Toprak? Vatan? Millet? Yoksa biraz daha derin bir şeyler mi? Bu ülkede nasıl bu kadar sık ve rahat kullanılır oldu peki bu ifade, hem de ne için?
Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri karşılıksız bırakması beklenemezdi elbette, bırakmadı da. İnsana paranın, gücün hükmünü sorgulatan bir cevap verdi. Ancak Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın aksine gazetecilere ve yazarlara dava açmayan bir insan olarak bilinir. Bıçak kemiğe dayanmadan da hakaret etmemiştir, ancak bıçağın kemiğe dayandığı noktada sesini yükseltti. Çünkü uzun zamandır herkes, “vurun abalıya” misali Kılıçdaroğlu’na karşı adeta bir linç kampanyası yürütmekteydi.
“Seviyesizlik,” diyor Altaylı. Seviye… O çokça bahsedilen ama bir türlü bulunamayan seviye. Kılıçdaroğlu’nu ajanlıkla suçlayanlar, AKP’ye hizmet etmekle itham edenler seviyeyi düşünüyor mu acaba? Oysa Kılıçdaroğlu’nun siyasi hayatı, AKP ile mücadeleyle geçti. Bunu görmezden gelmek, üç maymunu oynamak değil midir? Adil midir?
Fatih Altaylı, partinin mevcut kadrolarını buraya getiren insana en ağır, GALİZ hakaretlerde bulunuyor, buna karşılık şu anki CHP Genel Başkanı’ndan veya partinin diğer yetkili organlarından tek bir itiraz, eleştiri sesi yükselmiyor. Peki bu sessizliğin anlamı nedir? Sessiz kalmak, Altaylı’nın bu saldırgan tutumunu onaylamak değil midir?
Kılıçdaroğlu kızgınlığını ve kızgınlığıyla beraber umudunu, Hacı Bektaş Veli anma törenlerinde yaptığı konuşmada şu sözlerle dile getirdi aslında: “Özünü bilirsen özürden kurtulursun, der Hacı Bektaşi Veli. O da biliyor ki okunacak en büyük kitap, insandır aslında. Ona göre insanlar ya arınacak, birlik olacak ya da arınmadan sağılıp gidecekler. Evet biz arınacağız. Kötülükten, ihanetten, incitenlerden, menfaatperestlerden arınacağız. Sevgili dostlarım arındıkça azalmayacağız, arındıkça çoğalacağız.”
Ayrıca bu yıl, Kemal Kılıçdaroğlu Kültür Merkezi yerine meydanda düzenlenen etkinlikte, İBB sponsorluğunun insanların gözüne sokulması, Hacı Bektaş Veli’nin ruhuna ve anlayışına tamamen aykırıdır. Bu durum, birçok kişide haklı bir tepki uyandırmıştır. Önceki yıllarda, diğer şehirlerin ve ilçelerin belediyeleri Alevi yurttaşları etkinlik için Hacı Bektaş’a taşınırken, bu yıl bu yapılmamış ve etkinliğe katılım kısıtlı kalmıştır. Bunun altında ise Kılıçdaroğlu lehine slogan atılmasının, mevcut yönetime tepki verilmesinin engellenmesi isteği yatmaktadır… Tüm bunlara rağmen Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri’ne kendiliğinden gelen ve İBB’nin oraya taşıdığı topluluk Kılıçdaroğlu’nu yürekten alkışlamış ve sevgilerini ona göstermişlerdir.
Ayrıca etkinlikte, İmamoğlu ve Özgür Özel’in önüne sehpa konulurken, Kılıçdaroğlu’nun önüne bir sehpa ve bir bardak su bile konulmaması ise son derece saygısızca bir davranış olarak hafızalara kazınmıştır. Bu tutumun tek bir amacı olabilir: Kılıçdaroğlu’nu kitleler önünde değersizleştirme girişimi, yok saymaya, itibarsızlaştırmaya yönelik algı yönetimidir… Bu tür küçük ama manidar hareketler, CHP’nin içindeki çatışmaların ne kadar derinleştiğini göstermesi açısından üzücüdür.
CHP tüzük kurultayının seçimli kurultaya dönüşme olasılığı üzerine
CHP’de 4 Eylül’de yapılacak Tüzük Kurultayı… Asıl mesele, bu kurultayın seçimli bir kurultaya dönüşüp dönüşmeyeceği. Anahtar şimdilik genel başkanın elinde. Özgür Özel’in CHP’nin genel başkanlığı koltuğuna “emanetçi” olarak oturduğuna yönelik haklı bir görüş var. Ancak 31 Mart Yerel Yönetim Seçimi kazanıldıktan sonra ve Erdoğan’la girdiği, yumuşama ve normalleşme sürecinin de etkisiyle, belki de artık “kendini bulduğuna”, kendine bir alan açıldığına, meşruiyetini kazandığına inanıyor.
Aslında tam da şimdi ne olduğunu gösterme zamanı. Gerçek liderliği kanıtlayabileceği bir “rast zamanı”. Kılıçdaroğlu, zamanında hak etmediği bir şekilde ve etki altına alınmış delege gücüyle kurultaydan gönderildi. Beklemediği ve ummadığı bir şekilde, etrafındaki, kendi tabiriyle onu “sırtından hançerleyenler” sayesinde… Özel bugün, seçimli kurultaya gidiyorum, derse, belki de parti içindeki, Kılıçdaroğlu tarafında durmaya devam eden, onun haksızlığa uğradığına inanan o “muhalif” sesleri, Kılıdçaroğlu’nun haksızlığa uğradığına inanan güçlü kitleyi susturabilir.
Bekleyen hesaplaşma bu şekilde görülsün. Rüştünü ispat etmek istiyorsa, Tüzük Kurultayı’nı seçimli kurultaya çevirsin. Özel tarafından bakıldığında bu, İmamoğlu’nun ipoteğinden ve vesayetinden kurtulmak için altın tepside sunulmuş bir fırsat olacaktır. Özgür bir liderlik sergilemek istiyorsa bu fırsat onun için büyük bir adım olabilir. Böylece, Kılıçdaroğlu’nun bir kez daha aday olup olmaması tartışması da bir nihayete erer.
Özgür Özel, ön seçimin teminatı bir genel başkan olacağını söyleyerek genel başkan seçilmişti. Ardından, 31 Mart yerel seçimlerine giderken, ne bir ön seçim yapıldı ne de başka bir şey. Sözler havada kaldı…
Bu Tüzük Kurultayı’ndan sonra, yeni yılda, CHP’de kartlar yeniden karılacak, yeni yapılanmalar başlayacak. Mahalle, ilçe, il delegeleri yeniden belirlenecek. Yeni bir sürece girilecek. Bu süreçte İmamoğlu, kesinlikle partiye damgasını vuracak, hatta egemen olacak. İBB’nin ve diğer illerin olanaklarını kullanarak gücünü artıracak. Özgür Özel bu fırsatı kaçırırsa, süreçten soyutlanması, tasfiye edilmesi pekala olası. Ama bu sadece Özgür Özel için geçerli değil; kılıcı kim ele geçirirse, Mansur Yavaş dahil, tüm muhalefeti tasfiye edecektir. Kılıçdaroğlu taraftarlarının, partinin sağduyulu sesinin, İmamoğlu’na ya da bir başkasına biat etmeyenlerin, güce tapmayanların özgür sesi kesilecektir. Çünkü Cumhurbaşkanlığına giden yolda kendisi için dikensiz gül bahçesi yaratmak istiyor İmamoğlu. Bu yolda ona engel olabilecek, pürüz çıkartacak kim varsa yok etme savaşı içerisinde. İlk raundu kazanan İmamoğlu idi, bu ikinci ve son raund olacak.
Oğuz Kaan Salıcı’nın söylediği gibi; CHP şahsım partisi değil, üye-örgüt-program partisidir.
Ayrıca, bu tüzük kurultayının ardından mutlaka bir program kurultayı yapılacaktır. Eğer Tüzük Kurultayı seçimli kurultaya dönüştürülmezse, CHP’deki mevcut dinamikler ve parçalı yapı göz önünde bulundurulduğunda, program kurultayının seçimli bir kurultayla birlikte düzenlenmesi elzem hale gelir.
Zaten özellikle Gökhan Günaydın, Ali Mahir Başarır, Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Zeybek ve diğer genel merkez yöneticileri Türkiye genelindeki CHP delegelerini arayarak ikna etmeye çalıştığı, seçimli kurultayın olmaması için tüm belediye imkanlarını seferber ettiği parti içinde ve dışında bilinen bir gerçek.
Bu yoğun çabanın ardında yatan sebep ise Kılıçdaroğlu’nun hâlâ güçlü bir siyasi figür olmasıdır. Delegeler üzerinde bu kadar baskı kurmaları, onları ikna etmeye çalışmaları aslında korkularını ve Kılıçdaroğlu’nun partideki ağırlığından duydukları endişeyi ortaya koymaktadır. Kılıçdaroğlu korkusu, hepsini sarmış durumda. Bu davranışları, kendi zayıflıklarını ele veren bir panik halinden başka bir şey değil. Halbuki korkunun ecele faydası yoktur. Bu tüzük kurultayı seçimli kurultaya çevrilmese de, sonraki program kurultayı seçimli kurultaya çevrilmese de bir üçüncü kurultay mutlaka yaşanacaktır. Ve Kılıçdaroğlu onlarla hesaplaşacaktır.
Eğer bu çabalar başarılı olursa, Özel ve ekibi için geçici bir zafer olabilir, ancak bu tür hamlelerin uzun vadede partiye ne getirip partiden ne götüreceği büyük bir soru işareti olarak kalacaktır. Bu kurultayı seçimli kurultaya çevirip kendini kanıtlaması Özel açısından önemli ve stratejik bir hamle olacaktır.
Bunun yanında, “yönlendirilemeyecek” bir delege sisteminin hayata geçmesi gerektiğini de görmek zorundayız. Bugün delege yapısının kimyasını bozarak elde edilen parti içi iktidar… Asıl savaşılması gereken yapı budur. Adil ve sağlam bir parti yapısının inşa edilmesi, CHP’nin geleceği için en büyük öncelik olmalıdır.
Bu bağlamda, tüzükte yapılmak istenen değişiklikle genel başkan dahil, il, ilçe yöneticilerinin, il delegelerinin, il başkanlarının parti sade üyeleri tarafından hâkim denetiminde seçilmesi planlanmaktadır. Bu şekilde delegelik sisteminin tasfiye edilmesi. Özgür Özel’in önerisiyle gündeme getirilmek istenen bu değişiklik, Tüzük Kurultayı’nda oylanacak gibi görünse de İmamoğlu ve arkadaşlarının böyle bir tüzük değişikliğine rıza göstereceklerini düşünmüyoruz… Oysa ki bu öneri, delege yapısını dönüştürme ve partiyi daha demokratik bir yapıya kavuşturma iddiası taşır ve doğru bir adımdır. Bu şekilde “delege ağalığı” da parayı veren düdüğü çalar anlayışı da ortadan kalkmış olacaktır. Bu yöntem parti içi barışı sağlar, kavgaları bitirir. Tabii demokrasi için olmazsa olmaz bir kural haline getirilmelidir. Örgütün tümü sorumlu olur sonuçtan ve kimse kimseyi suçlayamaz bu şekilde. Mevcut partiler yasasına aykırı gibi gözükse de aslında bu, ilerici bir adımdır ve bu ileri adımı atacak olan da sosyal demokrat parti olarak bilinen CHP olmalıdır. Eğer yeni yönetim gerçekten kendine güveniyorsa bunu mutlaka hayata geçirmeliler. Aksi halde değişen yalnızca partiyi yöneten isim olur, başka hiçbir şey olmaz.
Ayrıca Erdal İnönü döneminde uygulanmaya çalışılan, ancak sonrasında iptal edilen gölge kabine modeli, yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Ancak bu adım, popülizmin ötesine geçmeyen, somut sonuçlar üretmeyen bir girişim olarak kaldı ve parti içinde ciddi huzursuzluklara yol açtı. Gölge kabine, amacını yerine getirmediği gibi, parti içinde bir gerilim kaynağı olarak duruyor. Bu nedenle, bu uygulamanın iptal edilmesi gereklidir. Halk popülizmden bıkmış durumda; popülist yaklaşımlar yerine gerçekçi ve etkili çözümler bekleniyor.
***
Bugün birtakım araştırma şirketleri CHP’yi önde gösterse de gerçekler hiç de öyle değil. AKP ve Tayyip Erdoğan, bu normalleşme sürecini çok iyi kullanıp yöneterek 31 Mart yerel yönetim seçimlerinde uğradığı hezimeti büyük oranda telafi etti. Erdoğan bu süreçten güçlenerek çıktı.
Özel’in ise Erdoğan’ın arkasına takılmış görüntüsü yürek burkuyor… Bir ara CHP’nin belirlediği gündem, şimdi yeniden Erdoğan’a dönmüş durumda, gündemi o belirliyor.
Kılıçdaroğlu’nun, Hacı Bektaş Veli’nin sözlerini hatırlattığı gibi; “Her ne arar isen kendinde ara.” Başkasının kanatları altında uçanları zirve sananlara inat, özgürlüğü kendi gücünde bulmak gerek…
Bugün, AKP’ye geçenler, geçmesi konuşulanlar ve geçecek olan milletvekilleri, belediye başkanları, millet cephesinde, muhalefet kanadında iktidar umudu göremedikleri için bu yolu seçiyor, savunuyor ve AKP’ye tornistan ediyorlar. Aslında bu, çok önemli bir işarettir. Muhalefetin mevcut stratejilerinin sorgulanması gerektiğine işaret ediyor. İktidar olma umudu kalmayanlar, rotayı değiştirme ihtiyacı hissediyor; bu, muhalefetin kendi içindeki kırılganlıkları ve belirsizlikleri gözler önüne seriyor. Bunu görememek tek kelimeyle körlüktür. Halbuki siyaset, tam da önünü, ilerisini görebilme sanatıdır. Göz odur ki dağın ardını göre, akıl odur ki başa geleceği bile…
Bu bağlamda, İmamoğlu’nun başdanışmanı Murat Ongun’un şikâyeti üzerine disipline sevk edilmesi gündeme gelen eski CHP Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Eren Erdem’in ve diğer birçok arkadaşımızın partiden istifa etmesi de bu kırılganlığın parti içindeki somut yansımasıdır. Erdem, yaptığı açıklamada partinin tasfiyeci bir anlayışla yönetildiğini belirterek, “Koskoca 100 yıllık çınarı, iletişim hileleri ve algı operasyonları ile belediye başkanlarının oyuncağı yapar, onların maaşlı memurlarına parti evlatlarını tasfiye ettirirseniz, yarın bu cüret en çok sizi hedef alır” ifadeleriyle mevcut yönetimi eleştirdi. Bu istifa, CHP’nin içindeki derin çatlakların ve yönetim tarzının partinin geleceği üzerindeki olumsuz etkilerinin açık bir göstergesidir.
Eren Erdem disipline verilerek ihraç edilme ihtimaline karşı istifa ediyor. Pek çok diğer arkadaş gibi. Çünkü disipline verilmek, partiye geri dönmeyi neredeyse imkânsız hale getiriyor. Ancak yönetim değişirse, “affedilme” ihtimali doğabiliyor. İstifa ederek bir süre sonra partiye dönmek, ihraç edilmekten daha kolay bir yol.
Eren Erdem’in istifası, İmamoğlu ve ekibinin, görünürdeki genel başkanları Özgür Özel ile birlikte, partiyi kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürme çabalarının, CHP’de kendilerine engel gördüklerini, Kılıçdaroğlu’nun etrafındaki isimleri tasfiye etme işaretini vermelerinin bir sonucu olarak bardağı taşıran bir damla olmuştur. Karşı çıktığımız anlayış; partinin kural tanımadan, kamu kaynaklarını kullanarak ve adeta bir şirket gibi yönetilmesi ve partiyi yöneticilerin kendi çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışmasıdır. Bu anlayış, Erdoğan’ın yönetim tarzını anımsatıyor, ki Özgür Özel için Erdoğan’ın bir idol olduğu bile söylenebilir…
Özgür Özel’in ayağı kırıldıktan sonra yaşanan süreç, bu yönetim zaaflarının bir başka örneği oldu. Ayağındaki sakatlıkla ilgili belirsizlik, spekülasyonlara neden oldu. Genel Merkez, durumu yönetmekten aciz kaldı; spekülasyonlar, basında ve kamuoyunda “topuğundan vuruldu” gibi çok ağır ve gerçekten açıklaması güç söylentilere yol açtı. Çamur at izi kalsın, yaklaşımı devreye sokuldu. Özel, günler sonra bu spekülasyonların yanlış olduğunu açıklasa da, bu süreçte hem partiye hem de kendi şahsiyetine ciddi zarar verdi. Böylesine basit bir durumu bile yönetemeyen bir figürün, koskoca CHP’nin genel başkanlığına uygun olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bu olay hem CHP’ye zarar vermiş, hem de Özel’in liderlik kapasitesine dair ciddi soru işaretleri doğurmuştur.
AKP olası bir erken ya da baskın seçime giderse CHP hezimete uğrayacaktır. Bunu söylemek için kahin olmaya gerek yok. Bu gidişatı tersine çevirecek bir isim varsa, o da Kılıçdaroğlu’dur. Kılıçdaroğlu, CHP’nin genel başkanı olarak hem parti içindeki parçalanmış yapıyı hem de Millet İttifakı’nın dağılmaya yüz tutmuş tabanını derleyip toparlayabilir, iyileştirebilir. Zaten bunu bir kez başardı; yine başarabilir. Kılıçdaroğlu, damdan düşmüş bir kere. Bir daha aynı hatayı yapmamak için ne gerekiyorsa yapacaktır.
Kılıçdaroğlu, CHP’yi kitle partisi haline getirmiştir. Mütedeyyin insanı da sağcısı da liberali de türbanlısı da başı açığı da, Alevisi de Lazı da Çerkesi de Arap’ı da bu partide kendini görebilmeye başlamıştır. Ülkenin büyük bir fotoğrafı vardır CHP’de artık, bu da Kılıçdaroğlu’nun liderliği sayesinde olmuştur. Önceden böyle bir çeşitlilik yoktu, CHP’yi bu geniş tabana yaymak Kılıçdaroğlu’nun eseridir. Bu birliği yeniden sağlamak ve partiyi toparlamak onun en büyük gücü olabilir.
Kılıçdaroğlu’nu sadece CHP’nin eski genel başkanı olarak görmemek lazım. O, yıllarca devlette üst düzey bürokrat olarak, SSK Genel Müdürü olarak görev yapmış, devleti yakından tanıyan bir isim. CHP’nin iktidar olması durumunda, Kılıçdaroğlu’nun bu birikimi ve devleti tanıyor olması, onun değerini katbekat artıracaktır. Devleti bilen, tecrübeli bir lider olarak, ülkenin yönetiminde büyük bir fark yaratma potansiyeline sahiptir.
Tarihe not düşmek gerekirse; Özgür Özel’in ya da başka bir ismin genel başkanlığında, cumhurbaşkanı adayı kim olursa olsun – ister Yavaş, ister İmamoğlu – gelecek seçim kayıp olacak ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yeniden ilan edilecektir.
Üstelik İmamoğlu’nun üzerinde yargının kılıcı sallanıyor; siyasi yasak ihtimali kapıda. Dosya istinafta bekliyor ve oradan siyasi yasak kararı çıkabilir. O durumda İmamoğlu, yerine bir veliaht belirlemek zorunda kalabilir…
Bu arada yeni bir gelişme olarak Kılıçdaroğlu ile İmamoğlu arasında gerçekleşen görüşme, tüzük kurultayından ziyade 2028’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik İmamoğlu’nun stratejik bir hamlesi olarak değerlendirilebilir. İmamoğlu için Kılıçdaroğlu’nun desteği kritik önemde, çünkü bir oy bile fark yaratabilir. İmamoğlu, 31 Mart Yerel Seçimleri’nde, bir önceki seçimlere kıyasla 300 bin oy eksik aldı. Bu sonucu şüphesiz ki iyi okumuş ve analiz etmiştir. Kurultayda Kılıçdaroğlu’na kurulan tertipten dolayı, Kılıçdaroğlu’nu sevenler İmamoğlu’na kırgın ve dargındı, İmamoğlu’na oy vermeyenlerin bir ksımı işte bu kitleydi. Bu nedenle İmamoğlu’nun, Kılıçdaroğlu’yla görüşme talebinde bulunması ve onu evinde ziyaret etmesi çok değerli bir adım. Olası cumhurbaşkanlığı adaylığında ve seçim kazanma yolunda Kılıçdaroğlu’nun desteğinin, İmamoğlu’na büyük bir değer ve anlam katacağını çok iyi biliyor.
Ancak, aralarındaki gerilim kolay kolay unutulmayacaktır ve gerçek “barışın” sağlanması zaman alabilir. Yine de bu görüşme, ne olursa olsun, diyaloğun önemini vurgulaması açısından kıymetlidir. İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu’nu evinde ziyaret etmesi ve Kılıçdaroğlu’nun bunu kabul etmesi, iki lider arasındaki ilişkinin yeniden inşa edilmesi adına önemli bir başlangıçtır.
Öte yandan bu gelişme, Özgür Özel ve Mansur Yavaş’ı rahatsız etmiş olabilir. İmamoğlu’nun 2028’teki cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlandığı açık ve bu süreçte Kılıçdaroğlu ile barış sağlanmadan başarıya ulaşması zor görünüyor.
Tüzük kurultayı öncesinde Özgür Özel’in Kılıçdaroğlu’nu ziyaret edeceği ve ayrıca Kılıçdaroğlu’nun kurultaya katılmayacağı yönünde de bilgiler var. Bu gelişmeleri yakından izlemek gerekiyor; ilerleyen süreçte siyasi dengelerin nasıl şekilleneceği önemli.
Peki, Kılıçdaroğlu partiyi toparlayabilir mi? Bu ihtimal kuvvetle muhtemel. Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde, CHP’nin yeniden bütünleşmesi ve toparlanması, partinin geleceği için en güvenilir seçenek olabilir.
Kılıçdaroğlu’nun bir daha cumhurbaşkanı adayı olma ihtimali çok düşük görünüyor. Ancak Demirel’in de dediği gibi, siyasette 24 saat çok uzun bir süredir, işler bir gecede değişebilir. Bugün baktığımızda, en olası senaryo, Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olarak kalmasıdır. Partiyi zafer sarhoşluğundan çıkarıp, parçalanmış yapısını toparlamak ve aynı zamanda zedelenen itibarını yeniden kazanmak en doğal hakkıdır. Bu, adaletin de gereğidir.
Şu an CHP’yi yöneten kadrolar, Kılıçdaroğlu’nun “evlatlarım” dediği, onun döneminde yükselmiş isimlerdir. Ancak Kılıçdaroğlu, partiyi zamanında daha sert ve kararlı bir şekilde yönetseydi, belki de bugün bu sorunlar yaşanmazdı.
Kılıçdaroğlu çalışkandı; adalet yürüyüşleri, Merkez Bankası’nın, TÜİK’in kapısına dayanması, ses getiren hareketler, iktidarın tüm gücüne rağmen attığı cesur adımlar… Son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 48 gibi ciddi bir oy oranı elde etmesi. Alevi kimliği ve tüm diğer dezavantajlı koşullara rağmen…
Bugün CHP tabanında derin bir küskünlük var. 31 Mart seçim sonuçları yüzeydeki başarıyı yansıtsa da bu yanıltıcı olabilir. Evet, adayların etkisi göz ardı edilemez, ancak asıl mesele, 1994’ten beri belediyeleri yöneten Erdoğan ve ekibinin, 2002’de başlayan ve günümüze kadar süregelen iktidarının yarattığı yorgunluktur. Bu yorgunluk, tabandaki umutları törpülemiştir. Zafere giden yolda Kılıçdaroğlu’nun ektiklerinin, emeğinin etkisi ise inkar edilemez.
Kılıçdaroğlu, olası bir baskın seçimde, Erdoğan’ın karşısına İmamoğlu veya Mansur Yavaş’ı çıkararak, onları destekleyecek bir liderlik sergileyebilir. Konsensusa dayalı bir aday belirleme süreciyle partiyi toparlayabilir. Partiyi bütünleyebilir, daha geniş açılımlı bir hareketi, mütedeyyin kesimi ve milliyetçileri, millet ittifakını, kendisine oy veren yüzde 48’i kapsayacak şekilde hayata geçirebilir.
Aksi takdirde, bu üç isim, şimdiden cumhurbaşkanı adaylığı için karşı karşıya gelmesi, eldeki bulgurdan da olmalarına yol açabilir. Bu arada Erdoğan’ın değirmenine su taşıyorlar. Zira Erdoğan, baskın bir seçime hazırlanıyor. Kaldırım taşlarını döşüyor…
CHP’nin bu tüzük kurultayını seçimli kurultaya dönüştürmesi, güncel politik dinamiklerle ters düşen bir hamle gibi görünebilir. Ancak bu hamleye inanan fakat bunu dile getirmekten çekinen bir kitle olduğunu unutmamak gerekir. Kılıçdaroğlu’nun yeniden parti başkanlığına seçilmesi fikri, birçok kişi için eskiye dönüş anlamı taşıyor da olabilir. Ancak bu hamle aynı zamanda, CHP’nin erken ya da zamanında yapılacak genel seçimde iktidar olma umudunu yeşertecektir. Belki de en önemlisi, Erdoğan’ın hesaplarını alt üst edecektir.
Kılıçdaroğlu’nun itibarı kesinlikle iade edilmeli ve seçimli kurultay yapılarak Kılıçdaroğlu’nun yarışmasının önü açılmalı. Hem Türkiye için, hem CHP için… Zaten Kılıçdaroğlu’nun örgütteki ve delegedeki karşılığı onu genel başkanlığa getirecektir. Günümüz politik rüzgârlarına ters gibi görünse de (belki de tam da bu yüzden) bu hamle CHP’nin geleceği için en stratejik adım olabilir. Zamanın ruhu da, reel politika de bunu gerektiriyor. Zaman zaman radikal kararlar, partiyi doğru yola sokmanın tek yolu olabilir.
Sürü psikolojisiyle hareket etmeye alışmış bir toplumda rüzgara karşı konuşabilmek, koşabilmek cesareti ve hakılılığa inancı gerektirir. Biz inanıyoruz. Parti tabanı da Kılıçdaroğlu’nu istiyor.
Bugüne kadar CHP’de herhangi bir görevde bulunmamış ve Kılıçdaroğlu’yla politika yapmamış biri olarak, bugün Kılıçdaroğlu’nu savunma noktasındayım. İnsanların ona karşı sergilediği ihanetlere rağmen, onun mücadelesinin yanında duruyorum, çünkü adaletin ve dürüstlüğün sesi olmaktan vazgeçmedi. Kılıçdaroğlu’nun haklı davası, savunmaya değer.