SADIK ÇELİK
Cumhurbaşkanı, Anadolu’daki Türk nüfusunun hızla yaşlandığını söyleyerek hayıflanıyor. Bunun bir beka sorunu olduğunun altını çiziyor. “Bu, ülkemiz için savaştan daha büyük bir tehdittir” diye de ekliyor.
Peki çözüm? Kadınlar daha çok doğursun. Üç de yetmez, beş tane doğursun. Teşvik paketleri sunulsun, doğum izinleri uzatılsın, 2025 “Aile Yılı” ilan edilsin.
İlk bakışta her biri somut birer adım, hepsi birer politika gibi görünüyor. Halbuki mesele, birkaç formül dayatmasıyla çözülebilecek kadar basit değil. Bu yaklaşım, hastalığın yalnızca semptomlarıyla kavga etmekten ibaret. Çünkü bu çözüm önerilerinin ardında, ne bireyin iradesini, ne toplumun değişen yapısını, ne de derinleşen ekonomik ve sosyolojik çöküşü anlamaya yönelik bir çaba var; ancak yüzeyde dolaşabilen, kestirmeci bir bakış açısı, hepsi o kadar. Sorunun kökenine inmeden, derin nedenleri sorgulamadan, insana dair gerçek ihtiyaçları anlamadan üretilmiş çözümler.
Oysa doğurganlık, yalnızca teşvikle, parayla, kampanyayla artırılabilecek mekanik bir refleks değildir. İnsanın yaşadığı topluma, geleceğine, kurumlarına duyduğu güvenle beslenir. İnsanlar, yarınlarına umutla bakamadığında, ne kadar teşvik edilirse edilsin, doğum oranı artmaz. İnsanın içindeki yaşamı genişletme arzusu, dış dünyanın umut ve güven iklimiyle doğrudan ilişkilidir.
Gerçek çözüm; kadını, erkeği, aileyi birer üretim makinesi gibi algılamaktan ve sorunu bir matematik problemi olarak görmekten geçmiyor. Gerçek çözüm; insanların refah içinde yaşayabildiği, adaletin işlediği, eğitimin değerli olduğu, özgürlüklerin korunduğu bir ülke inşa etmekten geçiyor.
***
Evet, doğum oranları düşüyor. Türkiye’de de, Avrupa’da da, dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde de… Türkiye’de 2001’de 2.38 olan doğum oranı bugün 1.5’lara düşmüş.
Peki ama doğum oranlarının bu kadar düşmesine neden olan etmenler tam olarak neler?
Bu soruyu sormadan, sadece “hadi doğurun” demek, kuruyan bir toprağa su vermeden ağaç dikmek gibidir. Boşa emek…
Bugün neden gençler evlenmiyor? Evlenenler neden her geçen yıl daha yüksek oranlarda boşanıyor? Neden çocuk yapmaktan kaçıyorlar? Bunun tek sorumlusu “canları çocuk yapmak istemeyen” Z kuşağı mı?
Bu soruları samimiyetle sormadan, gerçek çözüme ulaşılamaz. Bu soruları en çok da ülkeyi yirmi küsür yıldır yönetenlerin kendilerine sorması gerekmiyor mu? Ekonominin doğru yönetilmesinden, adalet sisteminin doğru işletilmesinden, eğitim politikasının doğru şekillendirilmesinden, toplumsal huzurun korunmasından sorumlu olan ülke yöneticilerinin…!
***
Büyük savaşlar, krizler ve felaketler döneminde doğum oranları düşer. Çünkü insan, geleceğin karanlık olduğu bir dünyada yeni bir yaşam başlatmak istemez. Belirsizliğin, yoksulluğun, ölümün gölgesinde umut yeşermez.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Kurtuluş Savaşı ve ondan önce Osmanlı’nın son döneminde yaşanan tüm savaşlar… Bu uzun, kesintisiz yıkım yıllarıda tüm dünyada olduğu gibi bizim coğrafyamızda da adeta bir insan kırımı yaşandı.
Askeriyle siviliyle milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Mesele yalnızca ölümlerle sınırlı değildi. Erkeklerin cephelerde olması, buna bağlı olarak kadınların doğurganlık oranlarının dramatik biçimde gerilemesi… Yaşamın durma noktasına gelmesi…
Bugün, bu topraklarda (ve dün yanın pek çok ülkesinde) somut bir savaş yaşanmıyor olabilir belki ama görünmeyen bir cephedeyiz: Doğurganlık oranlarındaki keskin düşüş, toplumlara silahsız bir kırımı yaşatıyor.
Anadolu coğrafyasında Cumhuriyet kurulduğunda… Topraklar yeniden işlenmeye, fabrikalar çalışmaya, okullar açılmaya başladığında… İnsanlar geleceğe yeniden inandığında… Doğurganlık oranları da doğal olarak yükselmişti.
Çünkü güven, kalkınma ve istikrar; yalnız ekonomileri değil, doğacak çocukları da büyütür. Umut, en büyük doğurganlık iksiridir.
Bugün Anadolu’daki Türk nüfusu yaşlanıyor, evet. Yalnız bedenler değil, ruhlar da kuruyor; toprak gibi insan da verimsizleşiyor. Peki, nasıl geldik buraya?
***
Bugün yalnız Türkiye değil, dünya yaşlanıyor. Küresel bir eğilim bu. İletişim çağında yaşıyoruz; sınırlar kalktı, kültürler birbirine karıştı. Teknoloji ve sosyal medya sayesinde, dünyanın her köşesindeki değişimleri anında gözlemliyoruz. Türkiye de bu küresel akışın dışında değil. Dolayısıyla, gençlerin değerleri, beklentileri ve hayata bakışları da artık sadece yerel koşullarla değil, küresel etkilerle de şekilleniyor.
Ancak mesele yalnızca küresel rüzgârların etkisiyle açıklanamaz. Çünkü asıl büyük fırtına, ülkenin kendi içinde kopuyor.
Ekonomik gerçekler, gençleri daha yolun başındayken boğuyor. Bir zamanlar bir ailede bir kişi çalışır, 5 kişiye bakardı. Bir maaşla yuva kurulur, ev alınır, aile birliği sağlanırdı. Bugün, genç bir çalışanın tüm maaşıyla yalnızca kira ödenebiliyor. İş güvencesi yok, istikrar yok, umut yok. Bu insanlar nasıl ev kuracak, nasıl evlenecek, nasıl çocuk büyütecek?
Kaldı ki doğan çocuklara ne kadar sahip çıkabiliyoruz?
Çocuklar yeterince beslenemiyor bile, ne nitelikli beslenmeye ne de nitelikli eğitime ulaşabiliyor. Gençler eğitim ve iş yoksunluğundan suça, umutsuzluğa sürükleniyor. Yalnız sokakta değil; yönetim kademelerinde bile, adaletten, dürüstlükten, ahlaktan sapmamış bir insan bulmak her geçen gün daha da güçleşiyor.
Doğum oranı 1.5 iken bunca dert var. Bir de doğum oranları artarsa, bu ülkenin hali nice olur? Bir çocuk bile “lüks” olmuşken, üç-beş çocuk çağrıları boşlukta çınlıyor.
***
Türkiye’yi yöneten akıl, en temel kaynağını, insan kaynağını doğru yönetemiyor. Bir yandan genç nüfusun azlığından şikâyet ediyor,
öte yandan var olan gençleri doğru yönlendiremiyor.
Yıllardır süren politikalarla, gençler bir zaman tünelinde boş yere oyalandı. Yıllar, hayatlardan çalındı; beklentiler şişirildi, umutlar berhava edildi.
İktidar, herkesi üniversite mezunu yapma hayaliyle her köşe başına apartman üniversiteleri açtı. Sanıldı ki diploma verince ülke kalkınacak. Oysa asıl olan, nitelikti; asıl olan, doğru yönlendirmekti.
Üniversiteler gençlere dört-beş yıl oyalandıkları bir ara durak sundu.
İşsizliği kısa vadede öteledi. Ama gün geldi, işsizlik duvarı yine karşılarına dikildi. Üniversite mezunu oldular, beklentileri büyüdü fakat ellerinde ne doğru düzgün bir meslek vardı ne de gelecek…
Bugün tarımda, hayvancılıkta, zanaatte yetişmiş insan gücü açığı büyüyor. Meralar boş, topraklar sahipsiz. Çobanlar Afganistan’dan, işçiler Suriye’den, Pakistan’dan, tarım ürünleri türlü çeşit yabancı ülkeden devşiriliyor. Kendi insanımız ise, dört duvar arasında ev gencine dönüşüyor…
***
Sonra, adaletin olmadığı yerde umut yeşermez. Hukukun üstünlüğü yoksa, güven de yoktur. Özgürlüklerin boğulduğu, farklılığın cezalandırıldığı, tek tip yönetimlerin hüküm sürdüğü bir yerde, insanlar yarına değil, kaçış yollarına bakar.
İnsan, karanlık bir geleceğe çocuk getirmez. Çünkü doğurganlık yalnızca biyolojik değil, psikolojik ve toplumsal bir reflekstir. İnsanlar, özellikle gençler, nefes alamaz hale geliyor.
Farklı bir söz, farklı bir yaşam tercihi bile cezalandırılacak bir suç haline getiriliyor. Bu baskı atmosferi, toplumun damarlarında biriken görünmez bir zehir gibi, umudu, yaşam arzusunu ve geleceğe olan inancı yavaş yavaş yok ediyor.
***
Mesele doğurganlık olunca bile işin adını doğru koyamıyoruz. Toplumun sağlığından sorumlu bakanlar, yöneticiler, ”vajinal doğum” demekten utanıyorlar. Sanki bu, insanlığın en doğal meselelerinden biri değilmiş gibi. Onun yerine, kelimeleri sündüre sündüre “normal doğum” diyorlar. Sanki diğer doğumlar anormalmiş, eksikmiş, kusurluymuş gibi.
Bir toplum düşünün ki, kadının doğumunu bile utanarak, eğip bükerek konuşuyor, sonra da kadının doğurganlık oranını artırmasını bekliyor.
İşte yenilgi tam da burada başlıyor…
Kendi dilinde gerçeği doğru ifade edemeyen bir sistem, gerçeği dönüştürebilir mi? Tespiti korkuyla yapanlar, tedaviyi cesaretle bulabilir mi? Dil kayarsa, düşünce kayar. Düşünce kayarsa, gelecek kayar.
Kadının bedeni, kaygıları, tercihleri hiç hesaba katılmadan normal doğum da normal doğum diyorlar.
Bugün, tüm yurtta kadınları vajinal doğuma “ikna etme” süreçleri başlatılıyor. Başlatılsın ama keşke bu, bilimle, tıpla, psikolojiyle, anlayışla, empatiyle yapılabilse… Zorlama ve yasaklarla değil.
Bugün içeride hangi sorunlarla boğuşuyorsak önümüze konan çözüm hep aynı: Biraz baskı, biraz yasak, bolca susturma, çokça itaat.
***
Bir yanda daha çok çocuk doğsun diye kampanyalar düzenleniyor.
Öte yanda, çocuk sahibi olmak isteyip de olamayan binlerce insan, tüp bebek merkezlerinin kapısında umut arıyor.
Ülke, tüp bebek tedavileri için ciddi bütçeler ayırıyor. Daha çok özel sektörün tekelinde dönen, pahalı ve çetrefilli bir süreç.
Neden bu kadar çok ihtiyaç duyuluyor artık tüp bebek yöntemine? Çünkü doğurganlık yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda biyolojik bir çöküş yaşıyor.
Düşen sperm kalitesi… Artan jinekolojik hastalıklar…
Bozulan çevre koşulları, sağlıksız beslenme, bitmeyen stres… Toplumun ruhunu yiyip bitiren adaletsizlik, ekonomik umutsuzluk, kültürel baskı, bedenleri de çökertiyor.
Sadece bu topraklar değil, dünya da aynı yarayı taşıyor.
Adaletsizlikler, savaşlar, vahşetler… İnsanlık, kendi doğasını çürütüyor. Dünyanın dört bir yanında çocuklar açlıktan ölürken, kentler bombalanırken, toplu mezarlar kazılırken; hangi vicdan, hangi ruh, gönül rahatlığıyla yeni bir hayat başlatabilir? Yaşamı çoğaltmak, önce yaşamı koruyabilmeyi gerektirir. İnsan, gökyüzünde kan kokusu varken yeryüzünde çocuk büyütemez ki…
***
İşin bireysel ve psikolojik boyutunda ise şöyle bir gözlemi paylaşmak gerekir: Bugün yeni nesil yetişkinlere baktığımızda, birey olma sürecini tamamlayamamış, sorumluluk bilinci zayıf bir kuşak görüyoruz yer yer.
Tabii bu tablo, kendiliğinden oluşmadı. Gerçek hayatla yüzleşmeleri geciktirilmiş bir nesilden söz ediyoruz. Hazıra, kolay olana, anlık tatminlere alıştırıldılar. Sistem, onları üretmeye değil, tüketmeye koşulladı.
Ekonomik belirsizlikler, eğitim sisteminin zaafları, sosyal baskılar, gelecek korkusu… Tüm bunlar, genç kuşakların birey olma yolculuğunu zorlaştırdı. Kendi hayatının sorumluluğunu almakta bile zorlanan bireyler, elbette yeni bir yaşamın, bir çocuğun, sorumluluğunu almaya da cesaret edemiyor. Bu durum, bireysel bir kusur değil; zamanın, toplumun, sistemin ve yönetim anlayışının kolektif bir sonucudur.
Azrail’e kafa tutanların devri geride mi kaldı?
İnsan neden çocuk yapar? Sadece sevmek için değil. Sadece aile kurmak için değil. Aslında insan, çocuk yaparak bir anlamda Azrail’e kafa tutar.
“Beni yok edemezsin,” der çocuk yaparken. “Ben gideceğim belki, ama benden bir parça daha yaşayacak.” “Dün vardım, bugün varım, yarın da var olacağım.”
Anadolu’da bu direnişin izleri hep görüldü aslında. İnsanlar, çocuklarına babalarının, dedelerinin isimlerini verdiler. Her yeni doğan çocukla, nesiller arası bir köprü kurdular. Bu, sadece bir gelenek değil; bir var olma stratejisiydi. İnsanın zamana karşı verdiği sessiz ama güçlü bir mücadele.
Büyük aileler bir arada yaşardı eskiden. Anne, baba, çocuklar, dedeler, nineler; aynı avluyu paylaşırdı. Birlik içinde yaşamanın, nesli sürdürmenin “kolaylaştırıcı bir aklı” vardı. Çocuklar büyürken yalnız değildi; arkalarında ordu gibi duran bir aile vardı.
Bugün o dünya paramparça. Hayat koşulları değişti; aileler dağıldı. Birbirinden kopuk, uzak şehirlerde veya aynı şehrin uzak mahallelerinde yaşayan bireyler haline geldik. Yakında bir anneanne, dede, bir teyze, bir dayı yok artık çoğu zaman. Bazı aileler hâlâ aynı sokaklarda, yan yana ya da alt alta evlerde yaşamayı tercih ediyor belki ama yeni neslin büyük çoğunluğu farklı şehirlerde, uzak mahallelerde, ayrı hayatlarda yaşıyor.
Köyden kente göç sürecinde, özellikle ilk kuşaklar, büyük kentlere hep birlikte, topyekün akmıştı. Aynı köyden, aynı kazadan, aynı ilçeden gelenler, şehrin belli mahallelerinde bir araya gelmişlerdi. Hatta yerleştikleri sokaklara, geldikleri köylerin, ilçelerin, şehirlerin isimlerini verdiler. Göç ettikleri yeri unutmadılar, adını yanlarında taşıdılar. Bu mahalleler, sadece adres değildi; dayanışmanın, tanışıklığın, bir arada kalabilmenin zeminiydi.
Sonra o ilk kuşağın çocukları büyüdü. Yeni hayatlar kurdular. O hayatlar, artık başka semtlerde, başka ilçelerde, başka şehirlerde şekillendi. Zamanla o ortak belleğin bağları çözüldü. Dayanışmanın yerini bireysellik, yakınlığın yerini uzaklık aldı. Göç bitti ama dağılma sürdü.
İşte bu yalnızlık hali, çocuk büyütmeyi cesaret isteyen bir işe dönüştürdü. O eski, güçlü destek ağı kaybolunca, çocuk yapmak da, çocuk büyütmek de ağır bir yük haline geldi.
Bütün sistem, bireyi yalnız bıraktı. Yalnızlık ise doğurganlığın en büyük düşmanlarından biridir. Çünkü çocuk, yalnız bir geleceğe doğurulmaz.
Çocuk, umut edilen bir topluluğa, bir sıcaklığa doğar.
Azrail’e kafa tutmak için önce bir umut, bir dayanışma gerekir.
O umut sönerse, direniş de biter.
***
Dün 23 Nisan’dı.
Meclisimiz 105 yaşında.
105 yıl önce bu topraklarda umut ekildi.
Bir millet, yıkıntıların içinden bir devlet doğurdu.
O devletin temeline halk iradesi, adalet, kalkınma, eğitim ve sağlık gibi kavramlar yazıldı.
O büyük kurucu akıl, Mustafa Kemal Atatürk, bu Cumhuriyet’i geleceğe taşıyacak olanlara, yani çocuklara emanet etti. 23 Nisan’ı yalnız bir kuruluş günü değil, bir çocuk bayramı olarak ilan etti. Çünkü o kuşak, çocukların yalnız bugünün değil, yarının da sahibi olduğunu biliyordu. Cumhuriyet’in kalbinde, çocuklar vardı. Umut, oradan doğuyordu.
Ve bugün… 105 yıl sonra… Aynı Meclis’in gölgesinde, çok başka bir yere savrulduk. İnsan, bir rakamdan ibaret artık. Yaşam, ancak bir istatistik notu kadar değerli. Doğacak çocukların bile geleceği, kalemle çizilmiş bir grafik eğrisine indirgenmiş durumda.
Cumhuriyet’in kurucu aklı ile bugünkü aklın arasındaki mesafe, artık sadece yıllarla değil, ışık yıllarıyla ölçülebilir…
***
Ülke yönetiminde söz sahibi olan herkesin tek bir sorusu olmalıydı aslında: “Bu topraklarda neden artık hayat filizlenmiyor?”
Çünkü toprak zehirlenirse, fidan yeşermez. İnsan da öyle.
***
İstanbul’da dün yaşanan deprem nedeniyle herkese geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Ne yazık ki, en çok bildiğimiz gerçeğe hâlâ en az hazırlıklı olmaya devam ediyoruz. Bazen bir şehrin değil, bir ülkenin kaderi, tüm o ertelenen “önlemlere” hapsolur ve koca bir toplum, alınamayan o tek önlemle yitip gider.
İnsanlar hafızalarını kolay kolay terk edemez. Bu şehirde yaşayanlar da büyük oranda burada kalmaya, sevinçleri kadar acılarının da hafızası olan bu kentin sokaklarında yürümeye devam edecek. Çünkü başka İstanbul yok. Ne haritada, ne de kalplerde…
Bu yüzden topyekûn bir kentsel dönüşüm, ertelenemez bir zorunluluktur. Son 25 senedir olduğu gibi… Depreme dayanıklı yapılar, güvenli zeminler, fay hatlarından uzak alanlar… Asıl ve en acil milli güvenlik meselesi budur. Bu mesele çözülmeden, hiçbir “gelecek” güvenli ve yeterince aydınlık olamayacak.